27 Şubat 2010 Cumartesi

Anarşizm (Dosya Konusu)


ANARŞİZM

Zaten insan hep başkaldırır… Kafka

Anarchism, stands for liberation of the human mind from the dominion of religion; liberation of the human body from the dominion of property; liberation from shackles and the restrain of government. It stands for social order, based on the free grouping of individuals.


Emma Goldman’ın, etkisini azaltmamak için orijinal dilinde bıraktığım bu sözleri konu hakkında otoritenin, basının aktardıklarından fazla bilgisi olmayan herkes tarafından olumsuz bir anarşizm portresi olarak nitelendirilebilir. Doğrudur, anarşizm yukarıda adı geçenler dahil her türlü baskı ile tahakküme karşı çıkan bir politik felsefedir ve yapabileceklerinin sınırı devlet tarafından çizilmiş, vücudu her türlü kuralla zincirlenmiş, en rahat hissettikleri yer içinde bulundukları hücreler olan insanların mutlu hissettikleri bu düzende herhangi bir değişime şaşılası bir bilinçsizlik haliyle karşı çıkmaları da doğal karşılanabilir. Fakat sanıldığı üzere anarşistler üzerinde bomba taşıyıp fırsat bulduklarında yaşlı kadınları tartaklayan, çocuklara bulaşarak amaçsızca kamu malına zarar veren kişiler değildir; aksine, tüm eylemlerinin sorumluluğunu suçu başkasına, ona emredenlere atmayı düşünmeden üstlenmeyi kabullenmiş, özgür ve özerk bireyler olarak anarşistler toplum yararını yine en çok düşünen kesimdir; bu açıdan en başta insanın kendi yarattığı insanı savunan varoluşçu anlayışa yakın durdukları söylenebilir.

Peki, toplumun bilinçaltına yüzyılları aşkın süredir yerleştirilmeye çalışılan tüm bu önyargılar nereden geliyor? Eğer dayatılmaya çalışıldığı gibi anarşizm yalnızca gücü olanın diğerlerini ezdiği bir kaos ortamıysa, neden asıl kuvveti, imkanları elinde bulunduranlar bu fikri desteklemiyor? Ya da sanıldığı üzere anarşizm hayallerde kalacak, tatlı bir ütopyaysa niçin yöneticiler bu felsefenin üstünü kapatmak, ismini karalamak için her türlü çabayı gösteriyor ve bunu yaparken anarşistlerin fildişi kulelerinde sayıklayan birtakım kaçkınlar olduğunu tarihteki tüm kitlesel anarşist hareketleri yok sayarak iddia ediyor?

Her şeyden önce anarşizmin ne olmadığını anlatarak başlamalı işe, onun her türlü dogmayı reddeden ve durmadan yeni alternatifler arayan dinamik yapısını açıklayarak; hayır, hayır, anarşizm sanıldığı üzere insanların her istediğini yapması değildir. Aksine, tıpkı faşizmin bir fikri ifade edememekten ziyade kişiden bekleneni söyleme zorunluluğu olması gibi anarşizm de bir şeyi yapma değil, istenilmeyen bir şeyi yapmama özgürlüğüdür; temelde bireye gönüllü olmadığı hiçbir şeyin dayatılamayacağını savunur. Kişiden değerli hiçbir üst kurum yoktur ve insanlığın tam manada özgürlüğü için her tür tahakküm reddedilerek işe başlanmalıdır. Temel ilkelerde anlaştıktan sonraysa anarşizm kendine uyan yaşam tarzını arayan sayısız hacının asla bitmeyen yolculuğu gibidir; herkes, kendi hayat görüşü doğrultusunda arzuladığı biçimde yaşayabilir ki anarşizmin dinamik çeşitliliği, asla sönmeyecek ışığı tam da bu özellikten doğmaktadır. Ortak tehdit ve düşmanlar karşısında; sosyalist ekolü takip edenler laisse-faire bankerleriyle (“Bırakınız yapsınlar”, bakınız. Ayn Rand) sırt sırta verir; pasif bir bakışla yaşam tarzı anarşizmini benimsemiş olanlar aktivistlerle el eledir. Bireyciler sendikalistlere; Tolstoy’un başını çektiği, kurumların yükünden arınmış Hristiyanlığı arayan anarşistler (Doğru okudunuz, anarşizm her çeşit dine karşı değildir.) özgürlüğü kibutzlarda arayan Musevilerle- hiçbir şekilde inandıkları değerlerden vazgeçmeleri beklenilmeden- birlik kurar.


ANARŞİZMİN TARİHSEL GELİŞİMİ
Hegel diyalektiğine de uygun bir şekilde konuşursak, otoriteye boyun eğmek şeklinde bir tezin ortaya çıkmasından, yani Adem ile Havva’nın dünyadaki ilk adımlarından itibaren hiyerarşi eğilimini reddeden bir anti-tez de onun karşısında yerini almış, sentezse günümüze kadar ulaşmıştır. Yine de teorik anlamda güçlü bir anarşizmin izlerine ilk olarak muhtemelen Stoacılarda rastlıyoruz. Platon’un Devlet’inde, bahsedilen ideale karşı çıkarak, devletin mutlak güç ve disiplinini reddederek bunların yerine bireyin ahlak yasalarını koymayı savunan Zenon, aynı şekilde doğayla bir olarak yaşamayı ve mutluluğu bir dünya vatandaşı olarak insanın içinde aramayı felsefesinin temeline koyarak anarşizmin temellerini atıyordu.

Orta Çağ Avrupa’sındaysa kiliseyle devletin iç içe girmiş olmasından mütevellit, düşünürler bu konu üstünde fikir yürütmeye pek fırsat bulamadı. Engizisyonun sert diktasından tamamen silkindikleri dönemse Fransız İhtilali ve onu izleyen kısa yıllardı, zira Napolyon’un darbeyle başa geçmesine kadar geçen sürede jakobenler tepeden inen bir anlayışla devlet otoritesini güçlendirmeye çalışsa da anarşistler, yerel yönetimler ve pek çok komün arasında organize çalışmalarla tarihte iz bırakmayı başardı.

Bu dönemde gerçek anlamda bir anarşizmin kurucusu sayılabilecek William Godwin komünizmle flört halindeki bir teorinin yolunu açtı, anarşizmin siyasal ve ekonomik yöntemlerini belirledi.

Belki biraz da onun etkisi ve şüphesiz ki dönemin şartlarının, 1848’i takip eden günlerin, getirileriyle 1871 yılında, dünya tarihinin en mükemmel deneyimlerinden biri yaşandı. Fransa için tam bir hezimet olan Prusya Savaşı, Alman ordularını Paris kıyısına kadar getirip halkı silahlanmak zorunda bıraktığında işçiler belki de ilk kez kendi güçlerinin farkına böylesine vardılar. İlerleyen dönemlerde Prusyalılar ülkeden atılıp hükümet Versay’a kaçtıktan sonra yaşamasına iki ay kadar müsaade edilen Paris Komünü, 1789’dan kalma hataları tekrarlamayıp işe dişlerinin arasında hala kan bulunan giyotinden kurtulmakla başlayarak kuruldu. Sosyalistler, jakobenler, anarşistler, cumhuriyetçiler, Blanquistler; hepsi ortak bir amaç uğruna doğrudan demokrasiye olabildiğince yakın bir anlayış doğrultusunda el ele vererek hızla yeni bir toplum inşa etmeye başladı. Daha az ve verimli iş saatleri, üretim araçlarının ortak paylaşımı, fabrikaları işçilerin yönetimine devretmek gibi sosyalist hedeflerin dışında kadınlara seçme ve seçilme hakkı, okulların laikleştirilmesi, en kritik anlarda bile –eşit haklarla yapılan- oylamaya saygı gösterilmesi gibi demokratik eylemler de gerçekleştirildi. Heyhat, bankalarda yatan, kuruşuna dokunmadıkları paralar kendilerini ezecek ordunun kurulması için Versay’daki hükümete aktarılacaktı…

Anarşizmin baş harfini tarih kitaplarına kazıdığı bir diğer noktaysa şüphesiz üç yıl sürecek İspanya İç Savaşı (1936) dönemiydi. Anarko-sendikalist akımlar Sovyet’lerden – Hitler’in Franco’ya yaptıklarının yanında sözü bile geçmeyecek kadar- destek alıp öncelikli düşmanın kapitalizm mi yoksa Franco mu olduğu hakkında fikir ayrılıkları yaşasalar da işbirliği halinde fabrikaların yönetimlerini ele almakla kalmayarak devasa tarım alanlarını da kolektifleştirdiler. Bazı bölgelerde para tamamen ortadan kaldırılmıştı; fakat ye yazık ki üç yılın ardından yükselen “Viva la Muerte!” (Yaşasın Ölüm!) çığlıkları “No Passaran!” seslerini bastıracak, mihver devletlerinin tankları kendi geçiş yollarını kendileri açacaktı.

Bu kitlesel hareketlerin dışında Gunar Seitz, Anarşi ve Komün isimli makalesinde komün hareketleri tarihinin anarşizm tarihiyle iç içe olduğunu belirterek geçmişteki pek çok toplumdan örnekler verir. Bu komünler kendilerini dinsel, sosyal reformcu, cinsel özgürlükçü, iktisadi tezlerden arınmış ya da modern olarak nitelese de hepsi temel nitelikler bakımından anarşizm çatısı altında birleştirilebilir; günümüzdeyse başta Hindistan, İsrail ve Amerika’da olmak üzere bu tip otonom gruplara, geçici özerk bölgelere hala rastlamaktayız.



WALDEN GÖLÜ VE SİVİL İTAATSİZLİK
Ben kendime özgü bir şekilde yaşamayı arzuladığım için ormana gittim; hayatın sadece asli gerçekleriyle yüzleşmek, öğretecekleri varsa öğrenip öğrenemeyeceğimi de anlamak ve gün gelir de öldüğümde bunca zamandır hiç de yaşamamış olduğumu görmemek için…

Günümüzde, olmayan boş zamanlarında harcamak ya da Mortgage borçlarını ödemek için para kazanmaya çalışan modern insan gibi 19. yüzyıl Amerika’sında da oturdukları eve sahip olabilmek amacıyla hayatlarını, gerekirse çocuklarının da hayatlarını feda eden çiftçiler vardı ve bu adamlar, her sabah uyanıp zincirlerini tekrar tekrar boyunlarına geçirerek farkında olmadan günbegün kendi emeklerine yabancılaşırken ölü ozanların ilki olan Henry David Thoreau, kendini var kılmak amacıyla, çizilen çerçevenin dışında, belki bir gölün kıyısında tamamen kendi çabası ve kararlarıyla yaşamayı düşünerek tarihte eşi benzeri görülmemiş bir deneyime imza attı.

Hayatını fildişi bir kulede geçirip ortaya koyduğu fikirleri bir marangoz gibi elinde durmadan yontarak düzeltmeye çalışan kimi filozofların aksine o, kurduğu felsefeyi yaşayan ender düşünürlerden biri olacaktı. Felsefesini yaşamın üstüne kuracaktı aslına bakarsanız, ne de olsa o, bir ozandı. Sonunda da ikamet etmek için kira, yaşamak için vergi vermenin saçmalığına bunlara yakışan absürtlükte bir eylemle; Walden’ın kıyısında kurduğu kulübede iki yıl yaşayarak cevap verdi.

Basit bir yaşamı seçti Thoreau; mükemmelden uzak olsa da doğayla barışık, uyumlu bir düzen kurdu ve sonunda gördü ki insan olmanın beden, akıl ve evrensel ruh bütünlüğünü sağlamaktan geçmeyen bir yolu yoktu. Yine de eksik, ayakları yere basmayan bir mistisizm yerine sadeliği merkez almış gerçekçiliği görürüz buz tutmuş Walden’da. Robinson Crusoe gibi yine bir tür kaçış edebiyatıyla uğraşmış olsa da Thoreau her edimini bir bir not etmiş, gözlemlerini dikkatle eserine aktarmıştır. Hatta öğreniriz ki neredeyse bomboş kulübesi ve yaşam dolu ormanında basit gereksinimlerini, giderlerini az bir çalışmayla karşılamakla kalmaz, bu çabanın sonunda, günün parasıyla, birkaç dolar da artar kendisine. Tek istediğiyse yaşamak, kelimenin tam anlamıyla sadece yaşamaktır. Yaşar da.

Üstelik hayatı, ortaya koyduğu ideallerle, toplumdaki iş bölümünü sorgulayan düşünceleriyle Tolstoy’a; sivil direniş kavramıyla yaşaması, Gandhi’ye ilham olur. Kurtuluşu olgun bireyde görmesiyle bir kısım anarşistlerden ayrılsa da Thoreau da onlar gibi otoriteye karşıdır; vergi vermemek uğruna hapse girmeyi göze almış, kamu alanına diktiği kulübesiyle adeta devlete gür sakalının ardında gizlenmiş alaycı gülüşü eşliğinde savaş açmıştır. “Bana ulaşamadıkları için bedenimi cezalandırmaya karar verdiler.” O zaman anlar ki “Devlet’e itaatsizlikten alacağım ceza, Devlet’e itaat etmekten, her anlamda daha ucuza gelecektir.”, o zaman anlar ki yapılması gereken ruhunu arındırdığı devletten vücudunu da kurtarmaktır; fakat bu, kaba kuvvete başvurmadan, özü itibariyle demokrasiye ve bireysel haklara saygı göstererek gerçekleşecektir. Ne var ki gözden kaçırılmaması gereken noktayı Wolfram Beyer belirtecektir: “İnsanın başka insanları kurtarması mümkündür, fakat insan yalnızca kendi kendisini özgürleştirebilir.”

Thoreau’nun göreviyse “kümesin üstünde öten bir horoz gibi komşularını uyandırmaktır”, anayoldan ayrılsa da herkesin kendi açtığı patikadan gelmesini istemez; bir kez uyandıklarında herkes kendi yolunu açacak bilince ulaşacaktır zaten ve işte o zaman gerçek anlamıyla doğal yaşam başlayacaktır; Walden, okuyucusunu eyleme zorlayan bir kitaptır.

“En iyi yönetim en az yönetendir” sloganına yürekten katılsa da bu prensip hayata geçirildiğinde inandığı şu noktaya ulaşacağımızı da belirtir Thoreau: “En iyi yönetim, hiç yönetmeyendir.”



GELECEKTEN BİR GÖRÜNTÜ

Sıra arkadaşınızı düşünün…

 
Ve unutun.

Çünkü sizden bu bekleniyor.

6 Aralık 2008, yaşasaydı tam da bizim yaşlarımızda olacak Alexandros Grigoropoulos, devletin, “halkı koruması için” halktan aldığı vergilerle maaşını ödediği bir polisin ateşlediği silahtan çıkarak ülkeyi hiç beklenmedik bir noktaya sürükleyen kurşun tarafından öldürüldü. (İdeolojinize göre; katledildi ya da devre dışı bırakıldı.)

Bu ilk de değildi üstelik, geçmiş yıllarda yine onun yaşında, bizim yaşımızda iki genç daha polis tarafından öldürülmüştü; fakat tek bilinen bu seferkinin, son olması gerektiğiydi…

Şimdi ilk senaryoya geri dönün, muhtemelen öğrenci arkadaşlarınızla toplanıp sokağa döküldüğünüze; fakat düşündüğünüzün aksine halk bu kez sizi yuhalamasın, esnaf elinde sopalarla peşinizden koşturmasın. Aksine arkanıza baktığınızda ailenizi bulun, anne ve babanızı; öğretmenlerinizi görün, üstelik bürokrasinin kurbanı olmuş sendikal kimliklerini de göz yaşartıcı spreyleri bastırmak için yakılan ateşlere fırlatan öğretmenlerinizi. Pek çok arkadaşıyla birlikte ilkokul öğretmeniniz, AB’ye girdikten sonra ortaya çıkan 700 Euro –‘ya çalışanlar- kuşağının birçok üyesi de yanınızda. Her tür faşist dışlamaya maruz bırakılmış göçmenler 2005 Fransa’sını aratmıyor, kısacası bu artık anıtlaştırılan bir genç için yakılan bir ağıt değil. Toplumun her kesiminden destek bulmuş, baskı ve tahakküme karşı demokrasinin adının konduğu topraklardaki binlerce yıllık birikimin güncel sorunlarla yoğrulmuş tepkisinin bir resmi sadece; gelecekten bir görüntü…
Sanıldığı gibi kaos yok sokaklarda, aksine cep telefonlarıyla başlayan minimal organizasyon sonunda 10000 kişiyi 40 sanatçının verdiği bir konser için toplayabilecek, üniversite ve okulları işgal edip televizyonlardan özgürlük mesajları verebilecek bir boyuta ulaşmış. Her gün toplanan küçük gruplar anarşizmin en belirgin özelliklerine uygun hareket ederek liderin durmadan değiştiği, dinamik ve amaca yönelik organlar olarak ortak kararlar veriyor; Yunan Ateşi tekrar alev alırken halk, kendi kendisini uzun süredir ilk kez yönetiyor…
Öfkeleri sömürü ve baskının sembollerine yöneliyor öncelikle, banka ve çokuluslu kuruluşlara yönelik sembolik saldırılar; zararları elbette sigorta tarafından karşılansa da asıl amaç halkın devletten değil, devletin halktan korkması gerektiğini sertçe vurgulamak. Kaldı ki Vandalizm olarak nitelendirilebilecek bu sert eylemlerin yanında büyük barkotlar giyerek tüketilecek nesneler, şeyler olmadığını göstermeye çalışan grubun şairane protestosu da dikkat çekiyor; fakat belki de bu eylemlerin en anlamlılarından biri mutlu tüketicilerin süslü Noel ağacının yakılması; vakit, kutlama zamanı değil elbet. Kimse kırılan camın ardından ağlamaz, fakat o gün sokaklarda binlerce kişi Alexis için gözyaşı döküyordu.

Ayaklanma, sivil itaatsizliğin öfkeli bir biçimiydi. Dinamikti; bazen isyankar, bazen işgalci, kimi zaman ise yapıcı ve yaratıcı olmasından ileri geliyordu bu. Halkın genel çıkarı için konuşabilecek öz denetime sahipti ve hepsinden önemlisi sosyaldi. Arkasında süpermarketlerden çalınan ürünlerin fakirlere dağıtılması, gazete kulübesi yanan kadının zararlarının eylemciler tarafından karşılanması gibi hikayeler bıraktı. 73’te başlayan diktatörlüğü tek başına yıkan öğrenciler bir kez daha sahnedeydi ve bu kez politikanın televizyon yıldızı siyasetçilere oy vermekten ibaret olmadığını anlayan, hallerinden hiç de memnun olmayan, katılanların %30’unu daha önce hiçbir eyleme katılmamış olarak oluşturan geniş bir kitleyi beraberinde sürükleyeceklerdi. Hatalarına rağmen anarşizmin bir moda olmadığını, bu işin toplumsal eleştiri, politik bilinç ve toplumu kavrayan bir anlayış gerektirdiğinin farkında bir eylemdi; sonunda bir şeylerin değişeceğine işaret eden, cesaret verici bir ışık…

Şimdi mi? Yeni bir süreç, Alexandros’un davası başlıyor; bu kez haklılar haklarını sokakta değil, mahkeme salonlarında arıyor; umarım aynı amaç ve aynı ruhla…

SORUNLAR - SORULAR
Şu haliyle anarşizm arzulanacak, içinde yaşanmak istenilecek ideal bir topluma dair bir portre çiziyor; en azından benim için. Fakat bu demek değil ki karşımızdaki eksiksiz bir teori, kusursuz bir eylem planı; hayır, aksine anarşizm hala gelişen, yüzleştiği yeni sorunlar karşısında farklı insanların yorumlarıyla tekrar tekrar şekillenen bir süreç.

Akla gelen ilk sorun güvenlik problemi olsa gerek, hele içinde bulunduğumuz toplumda güvenlik hissi mutluluğa eşdeğer tutulurken. Öncelikle polislerin çoğunlukla bir suçu önleyemediğini hatırlamak gerek, bu kurum daha çok bir tehdit unsuru, ceza için suçlunun yakalayıcısı olarak iş görür. Tıpkı günümüzdeki orduların konumu gibi; ülkeler arası diplomatik dengeleri belirleyen tahterevallinin bir ucunda iktisadi çıkar varsa, öbüründe hala silahlı kuvvetler yer alır ve böyle kırılgan bir yapıda Hiroşima gibi faciaların tekrar yaşanmayacağını söylemek ne kadar mümkündür bilemiyorum. Bu noktada hala her türlü kuvvetin bireylere dağıldığı anarşist düzenin toplumun zararına bir kaos ortamı olduğunu düşünenler için gerçek bir katliamı tüm gücü elinde bulunduranların yapabileceğini de anımsatmak isterim. Soruna dönersek, en basitinden sağlıklı işleyen bir kolektif düzende çalmak gibi bir eylemin saçmalığı, sırf kana susadığı için birilerini öldüren insanların azlığının yanında güvenlik problemiyle ilgili en mantıklı çözüm toplumsal otokontrol olarak görünse de daha büyük tehditlere karşı kimi anarşistler bireysel silahlanma, 30 İspanya’sındaki gibi militan örgütlenmelere sıcak bakar; şiddetin, zorlamanın olmadığı barışçıl bir toplum için şahsen her tür silahlanmaya karşı olsam da…

Son çözümlemede, anarşizmin kurulması için iki ana yolun olduğu çok açıktır; ilki bir tür devrim ile, savaş veya kriz sonrası oluşan iktidar boşluğunda halkın her kesiminden yükselecek ani bir isyan ile gerçekleşir ki şüphesiz bu güçlü bir teoriyle desteklenmediğinden, benimsenmediğinden daha sağlıksız bir hareket olacaktır. Benim gözümdeyse, ideal anarşizme ancak olgun, yetkin bireylerin özgür iradesiyle geçilebilir. Anarşizmin yaşayacağının en büyük güvencesi, diğer anarşistlerdir zira “Tek ülkede anarşizm” gibi bir hedef hiçbir açıdan inandırıcı olamaz; fakat bizi güçlü kılan John Lennon’ın söylediği gibi düş kuranlar olarak yalnız olmadığımızdır.

Üstünde kafa yorulması gereken bir başka büyük sorunsa iş bölümü hakkındadır, bu konuda farklı doğrultuda farklı görüşler ortaya atılmıştır lakin gerçekleşmesi en mümkün görünen, komünal yerleşimlerle örgütlenmiş toplumsal anarşizm için konuşursak, ilk olarak bir çeşit sosyal baskı unsurundan bahsedilebilir. Yani çalışmayanların ayıplanıp dışlanıldığı bir tür mahalle baskısı, ne var ki aslında her türlü baskıdan arınmış bir toplumda böyle bir zorlamaya da gerek duyulmamalıdır. Burada bahsedilen, Protestan ahlakıyla yüceltilmiş, kapitale hizmet eden insanüstü bir çalışma olmasa dahi; çünkü gerçekte söz konusu olan toplumun yararı ve temel ihtiyaçlarıdır. Bertrand Russel aylaklığa övgüsünde günde dört saatlik, verimli ve istekli bir çalışmanın her tür ihtiyacı karşılamakla kalmayıp işsizliği de sonlandıracağını savunur. Üstelik hobi olarak yaptıkları botanik, araba tamiri, çocuk bakımı, marangozluk, aşçılık gibi işlerin toplum hizmetine sunulup takdir görmesi, birer geçim kaynağına dönüşmesi yine bu işleri yapmak zorunda olan mutsuz insanları büyük bir yükten kurtarır. Ayrıca bürokrasi ve toplumun kontrol altında tutulmasıyla ilgili pek çok sıkıcı masa başı işinden kurtulduktan sonra pek kimsenin gönüllü olmayacağı “pis işlerde” de belirli bir rotasyon sistemi oturtulabilir, fakat tüm bunlar için unutulmaması gereken şey toplumun küçük ve dinamik gruplara ayrılması gereğidir.

DEVAMINI GETİRMEK
Hiçbir şekilde akademik olma, anarşizmi eksiksiz bir şekilde inceleme iddiası olmayan bu metni sadece birtakım önyargıları kırmak, sayıklama ve sanrılardan arınmış, bağımsız zihinlere üstünde düşünülecek, tartışılacak konular verebilmek için yazdım. Anarşizmin kaos değil, yeni bir düzen olduğunu; daire içindeki A sembolünün “Anarchy-Order” kelimelerinden oluştuğunu, özgürlük diye bağıranların aslında sadece rahatlık ve güvenlik peşinde koşarken bunu gerçekten isteyenlerin sorumluluk almaları gerektiğini, teknolojiye değil mega makineye karşı olduğumuzu anlatmak istedim. Otonom bireylerin; düşündüklerine, hayal ettiklerine inanan insanların hala orada bir yerde olduğunu ve bu hislerin asla bizden alınamayacağını kendime kanıtlamam gerekliydi. The Shawshank Redemption filminde Andy Dufresne karakteri “İşte müziğin güzelliği de bu, onu kafanızdan çekip çıkartamazlar… Bu dünyada taştan yapılmamış yerler de var, içimizde… ulaşamayacakları… bizim olan…” der. Yaşamın anlamını bireyde, kişinin içinde arayan deneyimsiz ve henüz cahil olsa da kendini varoluşçuluğa, yaşam tarzı anarşizmine yakın olarak hisseden bir öğrenci olarak ben de umudumu bu sözlere bağlıyorum işte ve başkalarında cehennemi bulsam da bağımsız düşünebilen her bireyi kardeşim olarak görüyorum.

Yine de kim bilir, belki Bookchin’in dediği gibi “şimdilerde ergenlik çağında ya da yirmili yaşlarında olan kuşağın zengin üyelerini zaten kasıp kavurmakta olan mistisizm dalgası”na katılmış bir New Age spiritüalisti olarak ben, bu tip kısıtlı çabalarla sadece içinde bulunduğumuz sisteme sibop olarak hizmet ediyorumdur ve eğer o haklıysa, geriye baktığımda tüm bu yaptıklarımın boşunalığının farkına varmak, benim en acı deneyimim olacaktır; heyhat, başka bir seçenek de görmüyorum şu anda, tek yapabileceğim bu.

Yeni değerler yaratmak – aslan da yapamaz henüz bunu. Ama yeni bir yaratım için özgürlük yaratmak – buna yeter aslanın gücü…
Böyle söyledi Zerdüşt.

0 ses çıkmış:

 

Term Life Insurance Quote