26 Ağustos 2010 Perşembe

Siyah -2 (Öykü)

Fırtına, yağmur…
Yağmurlu havaları seviyordu ve ilginç bir şekilde ne zaman yürümeye karar versek ya da dışarıda bir yerde buluşsak bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyordu. Tıpkı ilişkimiz gibi fırtınalı, sağanaktı havalar. Üşüyordum ama huzur da buluyordum.

Evet, o buluşmadan sonra birbirimizi tanımaya karar verdik. Ne kadar zor bir işe kalkıştığımı çok geçmeden öğrendim. O beni çok iyi tanıyordu, belki benim kendimi tanıdığımdan bile iyi; oysa benim öğrenmem gereken o kadar çok şey vardı ki onunla ilgili…

Bu ilginç ilişkiyi dört döneme ayırıyorum ben. Bu dönemler sadece ve sadece onun ruh hallerini, ilişkiye yansıtmasıyla ilgili.

Başlarda tek düşündüğüm onun çok farklı olduğuydu. Tüm insanlardan öylesine farklıydı ki bu farklılık ona değişik bir cazibe katıyordu. İçimde her gün daha da büyüyen bir istek vardı, onu tanımak arzusu. Nasıl düşündüğünü bilmek, bir konu hakkında o ‘böyle’ düşünür diyebilmek istiyordum fakat her defasında beni şaşırtıyordu, tahminlerim hiçbir zaman tutmuyordu. Tutarsızdı belki ama hayır onun tutarlı bir tutarsızlığı vardı. İşte ilk dönem bu, sadece farklıydı. Bu farklılıksa beni hiç rahatsız etmiyordu sadece ara sıra nasıl davranmam, ne tepki vermem gerektiğini bilemiyordum. Bahar mevsimi gibi kararsız bir hava vardı da dışarıda sanki ne giyeceğime karar veremiyordum. Çantamda hem şemsiye hem de güneş gözlüğü taşımak zorunda kalıyordum. Korkmuyordum da henüz ondan, yanında kendimi çok rahat hissediyordum. Onunla geçen her dakikamı dolu dolu yaşadığım için mutluydum. Her geçen gün yeni şeyler öğrendiğim için onunla ilgili huzur buluyordum.

İlişkimiz ikinci döneme geldiğinde değişti her şey. Aslında onu zerre kadar tanımadığımı anladım ve işte ona karşı korkum, tam bu dönemde doğdu. Bir günde değişti her şey, hatta bir anda. Sıradan bir konuşmaydı, yağmur vardı yine dışarıda ve o yine yağmuru nasıl sevdiğinden bahsediyordu. “Aslında ben de severim yağmuru” dedim , “Huzur buluyorum damlaların sesinde”. Durdu, gözlerini uzaklara dikti ve sanki ezberlediği bir şiiri okuyormuş gibi şu cümleler dökülüverdi ağzından “Oysa ne kadar da huzursuz görünüyordun eskiden yağmurun altında. Hani o yeni aldığın mavi bluzu giydiğin gün içinden yağmura lanetler okuduğuna eminim. Belki de benimle birlikte sevmişsindir yağmuru. Ne mutlu bana …” Durduk ikimiz de, ne diyeceğimi bilemedim. Mavi bluzu giydiğim gün, mavi bluzu aldığım gün… Ne kadar zamandır izliyordu beni? O gün yemeye başladım tırnaklarımı. Sonunda “Ne kadar zamandır?” diyebildim. Yine o kıvrım oluştu dudağının kenarında “Tahmin edemeyeceğin kadar uzun süredir!” dedi. Korkunun yerini, merak kapladı bir anda. Peki, neden ben? Neden beni seçmişti? Hiç de farklı değildim diğerlerinden. Ne tüm dikkatleri üstüme çekecek kadar güzeldim, ne de mükemmel bir zekaya sahiptim, onun ilgisini çekecek kadar popüler de değildim. Kendi halinde biriydim işte. Neden beni seçtiğini hiç anlamadım ama iyi bir seçim yapmıştı. İyi ki seçmişti beni, en azından o zamanlar böyle düşünüyordum. Beni ilk gördüğü anı bile bilmiyordum. İlk kez kantinde gördü sanıyordum beni oysa o çok daha uzun bir süredir izliyordu beni. Bir süre sonra buna alıştıysam da beni daha da korkutan hala beni izliyor oluşuydu. Üstelik zamanla bunu çok açıkça yapmaya başlamıştı. Bir pazar sabahı eve ekmek almak için fırına gidiyordum ve birden bir mesaj geliyordu “Sabahları daha güzel göründüğünü biliyor muydun?”. Bazen geceleyin uyanıyor ve korka korka perdeyi aralıyordum. Sürekli, bir his onun her an yanımda olduğunu söylüyordu, hep beni izliyordu sanki. Evin içinde dolaşmaktan bile korkar hale gelmiştim. Buzdolabıyla bulaşık makinesinin arasında, duşakabinin içinde, kanepenin arkasında dolaşıyordu o. Korkmam için hiçbir sebep yoktu halbuki, bana zarar vermemişti şu güne kadar. Uzun bir süredir izliyordu beni ama hiçbir şey yapmamıştı. Belki o gün göz göze gelmeseydik hiç konuşamayacaktı da. Hem artık tanıyordu beni ve seviyordu da neden zarar verecekti ki? Ama bunu kendime anlatamıyordum bir türlü, büyük bir rahatsızlık duyuyordum. Beni tamamen değişik bir insan haline getirmişti o. Evdekilerle iletişimim kopma noktasına gelmiş, arkadaşlarımın çoğunu kaybetmiştim. Ve bunlar daha başlangıçtı…

Üçüncü dönem! “Sahiplenme dönemi” mi demeliyim, bilmiyorum. Hayır, o tahmin ettiğiniz her ilişkide olan kıskançlık krizlerinden değildi bu. Attığım her adıma müdahale ediyordu. Kıskandığı için mi, yoksa başka bir nedenden midir bilmiyorum. Evden dışarıya çıkışlarıma, kaçta gidip kaçta döndüğüme, kimlerle, neden konuştuğuma, niçin öyle yapmayıp da şöyle davrandığıma ve daha birçok şeye karışıyordu. İlişkimizdeki diyalog soru cevaptan ibaretti artık. O bıkmadan soruyor, bense yanıtlıyordum . Üstelik onu ilgilendiren ya da uzaktan yakından etkileyecek olan şeyler bile değildi sordukları. Bu durumdan usanmaya başlamıştım. Biliyordum ki dengesiz davranışları eğer ayrılsam bile ondan- ki henüz bu cesarete sahip değildim- devam edecekti. Bir süre sonra eve bağlandım. Odamdan dışarıya bir adım bile atmıyor, sürekli aynı şarkıları dinleyip neredeyse yok olmak üzere olan tırnaklarımı yemeye devam ediyordum. Bu o değildi; o muhabbetinden hiçbir zaman sıkılmadığım, beni hayrete düşüren halinden eser bile yoktu. Artık ikimiz de sorunluyduk. Sorgulama anları dışında hiç konuşamıyorduk. “Neden böyle yapıyorsun?” diye sordum bir gün ona, güldü uzun bir süre ve sonra sarıldı bana. Her ilişkide olurmuş böyle şeyler, korkmama gerek yokmuş, her şeyi çok büyütüyormuşum…

Uzun bir süre devam ettik böyle. Bir şekilde durmalıydı artık ama nasıl? Yine bir anda oldu her şey. Her zaman olduğu gibi yine başımda durmuş bir şeyler soruyordu dişlerini sıkarak, gözlerindeki o öfkeyle; ben ise artık onu dinleyemiyordum. Sorular kafamın içinde defalarca yankılanıyordu ama hiçbirine anlam veremiyordum. Boş boş bakıyordum gözlerine, bitmesini bekliyordum, eve gitmek istiyordum. Bir anda tüm sorular aynı anda yankılandı kafamın içinde, nefes alamıyordum, en son midemin bulandığını hatırlıyorum ve birden her şey karardı. Kendime geldiğimde hüngür hüngür ağlıyordu. Ufak bir baygınlık geçirmiştim sadece, o ise başını ellerinin arasına almış hıçkıra hıçkırıyordu. “Bir şey olmadı bana.” dedim, başını kaldırdım, gözlerinin içine baktım. Bu kez başını omzuma yaslayarak devam etti ağlamaya. İşte “Teslimiyet Dönemi”! Bütün o takip olayları, soru-cevaplar bitmişti ve hepsi yerini gözyaşına bırakmıştı. Gözlerimin içine her baktığında uzun uzun ağlıyordu. Ne yapacağımı bilemiyordum, bir insan nasıl bu kadar ağlayabilirdi, anlam veremiyordum. Bazen öylesine içten ağlıyordu ki hani küçük bir çocuğun ağzından emziğini çekersiniz de usulca, masum masum ağlar ya tıpkı öyle. Zaman zaman dayanamıyor, ben de ona katılıyordum neye ağladığımızı bilmeden…

Ve bir gün uzun süredir ilgilenmediğim aynadaki yansımamla göz göze geldim. Önce tanıyamadım kendimi, gözlerimin beni yanılttığını düşündüm. Öyle böyle bir değişim değildi bu, tamamen farklı görünüyordum. Bambaşka bir insan oluvermiştim işte. Elimi yüzümde gezdirdim, göz altı torbalarıma dokundum, solgun yüzüme baktım, dağılmış saçlarıma. Hiçbiri bakışlarım kadar rahatsız etmedi beni. Bir zamanlar ışıl ışıl bakardım etrafa, neşe saçardım ve şimdi ürkek bakıyordu gözlerim, donuk ve ifadesiz …

İlk buluştuğumuz günü düşündüm, şen konuşmalarımızı. Nasıl değişmiştim ki bu kadar? Ne zaman böyle mutsuz bir insana dönüşüvermiştim? Artık bir yere gitmiyordu bu ilişki. Ben mutsuzdum, onun da mutlu olduğu söylenemezdi. Takıntılı bir insandı ve belki çok yaralayacaktı bu onu, ama artık bitmesi gerekiyordu. O gün gözlerine bakmadan konuştum, çünkü biliyordum ki ağlayacaktı ve ben kararımdan vazgeçecektim. Başımı kaldırmadan, korka korka söyleyiverdim: “Ayrılalım!”. Donuktu artık gözleri tıpkı, benimkiler gibi… Asıl korkutansa beni, sadece bakışlarını değiştirmemiş olmasıydı bu tek sözcüğün…

0 ses çıkmış:

 

Term Life Insurance Quote