26 Ağustos 2010 Perşembe

Türkiyeli Kürtler (Dosya Konusu)



Giriş

     Türk ve Kürt halklarının birlikte yaşamalarının serüveni, beş yüz yıllık bir tarihi kapsıyor. Ancak beraber yaşamışlığı kapsayan bu beş yüz yıl büyük acılarla sürdü ve sürmekte. Kuyucu Mustafa Paşa’nın Celali İsyanları’nı sonlandırmak için öldürdüğü on binlerce insandan, 1943 yılında Van’da sırf ibret-i alem olsun diye Orgeneral Mustafa Muğlalı tarafından kurşuna dizilen 33 Kürt köylüsüne, hatta bugün sürmekte olan düşük yoğunluklu savaşa bakmak, bu toprakların yöneticilerinin hiçbir zaman zihniyetlerini sorgulama veya değiştirme yoluna gitmediklerinin açık göstergesi olmuştur.
     Bu sayı, dosya konusu olarak seçtiğimiz Türkiyeli Kürtler, yüzyıllardır çözülemeyen gittikçe de daha fazla düğümlenen sorunun evrelerini, nedenlerini ve nereye varabileceğini ele alacak.

Osmanlı Denetiminde Kürt Emirlikleri

   Yavuz Sultan Selim yönetimindeki Osmanlı, Kürt emirlerini egemenliği altına almış, onlara çeşitli imtiyazlar vermişti. Bu imtiyazlarla neredeyse bağımsız bir statü kazanan emirlerin bu hakları, Kanuni Sultan Süleyman’ın “Sefere katılarak yararlılık gösterene, öteden beri ellerinde ve tasarruflarında bulunan yerler kendilerine temlik ve ihsan edilmiştir.” sözüyle de pekiştirilmişti.
  Osmanlı yönetimince merkezi otoriteyi güçlendirme çalışmalarının başlamasına -Tanzimat dönemine- kadar geçen süre içinde, Kürt nüfusunun yoğun olduğu sancaklar üç farklı şekilde teşkilatlandırılmıştı. Klasik Osmanlı Sancakları, Ekrad Sancakları, Hükümet Sancakları isimli teşkilatlanma şekillerini teker teker, kısa da olsa ele almak, Kürt halkının ve emirlerin o dönem içinde yaşadıkları Osmanlı konusunda fikirler verebilir.
     Klasik Osmanlı Sancakları, adından da anlaşılabileceği gibi yapı olarak imparatorluğun diğer bölgelerde de uyguladığı sancak sistemidir. Doğu bölgelerinde, aşiret yapısının zayıf olduğu yörelerde tercih edilen teşkilatlanma, şekli itibariyle sancak beylerini atama ve görevden alma yetkisini merkeze bırakıyordu. Atanan sancak beyi, mülki ve askeri yetkiler taşıyor, ancak vergileri toplama işi devletçe yürütülüyordu.
    Ekrad Sancakları, bölgede yaşayan nüfuslu beylere saray tarafından ‘‘Yurtluk ve Ocaklık’’ olarak verilen sancaklarda uygulanan feodal yönetim şeklidir. Bu sisteme feodal denmesinin başlıca nedeni; sancakbeyliğinin tek bir aileye verilip, sultanlık gibi babadan oğla geçmesiydi.
     Hükümet Sancakları, diğer iki yönetim şekline nazaran büyük imtiyazlara sahip, neredeyse özerk olan sancaklardır. Ekrad Sancakları’na uygulanan ayrıcalıkların yanı sıra, bu sancakta tımar sistemi uygulanmaz; sancakbeyi mülki ve askeri yetkilerle birlikte vergi toplama ve yargılama haklarını elinde bulundururdu.
    Osmanlı İmparatorluğu tarafından 19. yüzyıla kadar sürdürülen bu yönetim şekilleriyle, bugün bile hala süregelen feodal beylikler muhafıza edilmiş, verilen haklarla devlete bağlılıkları sağlanmıştı. Fransız İhtilali’nden sonra başlayan dönemle birlikte Kürt emirliklerinin ilk bağımsızlık girişimlerinin başlamasına rağmen çeşitli emirlerin ve şeyhlerin Osmanlı ve İran devletlerine karşı başkaldırıları, başarısızlıkla sonlandırılmıştı.

Hamidiye Alayları

    Osmanlı, Fransız İhtilali’nin etkileriyle başlayan yüzyılda, kendine karşı bağımsızlık girişiminde bulunan Baban, Sohran ve Bohtan emirlikleriyle savaşmış, isyanları hayli kanlı biçimlerde bastırmıştı. 2. Abdülhamid, hem Kürtleri imparatorluğa bağlı bir unsur haline getirmek, hem de isyan halinde olan Hınçak ve Taşnak örgütlerine ve dolaylı yolla Rus Çarlığı’na karşı askeri güce sahip olmak için Hamidiye Alayları adında, göçebe Kürtlerden oluşan birlikler kurma kararı aldı. Dönemin Osmanlı paşaları tarafından bile kabul görmeyen proje, 4. Ordu Kumandanı Müşir Zeki Paşa’nın desteklemesiyle kurulmuştu.
    Hamidiye Alayları oluşturulurken askeri gücün göçebe Kürtlerden seçilmesinin nedeni; yerleşik Kürtlerin zaten askere alma kanununa tabi olmaları ve vergi vermeleriydi. Ancak aşiretler yani göçebe Kürtler, vergi vermez, askerlik yapmazlardı. Osmanlı, aşiretlerinin bu tutumunu şiddet yoluyla çözemeyeceğini anlayınca göçebe Kürtleri yine kendi aşiret reisleri komutasındaki birliklere dahil ederek Kürtleri hem gözetim altında tutmuş, hem de asker ihtiyacını karşılamıştı.
     Hamidiye Alayları’na katılım, Hamidiye Süvari Alayları Teşkilatı Kanunu’na göre belirlenmişti. Bu kanuna göre aşiretlerin, bu alaylara katılmak için her haneden bir süvari çıkarması gerekiyordu. Süvari çıkaran her hane, tüm vergilerden muaf tutuluyor, aşiretlere ise devlet tarafından hazine arazileri veriliyordu. Kanun, askeri hizmet süresini, üç yılı eğitim, on iki yılı görev ve sekiz yılı yedeklik olmak üzere yirmi üç yıl olarak belirlemişti.
      İmparatorluğun, Sünni aşiretlerin başvurularını bir bir kabul edip, Alevi ve Şii aşiretleri reddetmesi, alayların kurulma amacının sadece güvenlik nedenli olmadığını, başka bir amacın da bölgede kendi hizmetine girecek fedailer ordusu oluşturmak olduğunu gösterebilir.

       Hamidiye Alayları’yla ilgili bir başka eleştirilen konu ise, alayların o dönemde büyük suçlar işlediği; köyler bastığı, 1915 Olayları’yla ilgisi olduğu şeklinde. Bu alayların kaç tanesinin bu biçimde davranışlarda bulunduğunu kestirmek zor olsa gerek, ancak yaptığım serbest çağrışım, bugün Hamidiye Alayları’nın devamı olarak adlandırılabilecek geçici köy koruculuğu sisteminin işlediği suçlara yüzeysel olarak bakmayı getirdi aklıma. Dört yıl önce Doğan Haber Ajansı tarafından yapılan bir haberde, 1985 yılından itibaren uygulanan sistemin, 2006 yılında 22 ilde 57 bin 757 mensubu olduğunu ve 85 yılından 2006’ya, 2 bin 500’ü terör suçu olmak üzere 5 bininin hakkında işlem yapıldığını söylüyor. Bugünkü dünya şartlarında, yani Haiti’de yaşanan depremi ya da Pakistan’da yaşanan sel felaketini, hemen öğrenebildiğimiz dünyada. Devletten maaş alan korucuların %10’u suça bulaşmışsa, bundan yüz yıl önce neler yapılmış olabileceği de, artık sizin hayal gücünüze kalsın…


Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet Dönemi

         Dünya Savaşı’nın sonlarına doğru, başta Kürdistan Teali Cemiyeti olmak üzere çeşitli örgütler kuruldu. Bu örgütler, o dönemde yeni yeni oluşmaya başlayan Kürtlük bilincini sağlam temellere oturttu, ancak kendi içlerinde çeşitli çelişkiler de yaşadı. O dönemde, Osmanlı’ya bağlı muhtar bir Kürdistan isteyenlerin yanı sıra, Kürdistan’da tek bir ecnebi dahi istemeyen Kürtler bu çelişkinin başlıca sebebiydi. Ancak Kürtleri tekrar bir araya getiren ve Kurtuluş Savaşı’na katılmalarına sebep olan önemli bir sorun vardı. Bu sorun, Wilson ilkeleriyle birlikte açıklanan, Sevr Anlaşması’yla Osmanlı tarafından da kabul edilen, doğuda büyük bir Ermeni devleti kurulması idi. Kurulması öngörülen Ermeni devletinin, o gün Kürtlerin yaşadığı bölgeleri de içine alması, Kürtlerin, Kurtuluş Savaşı’na katılmalarına neden olmuştu.

     1921 Anayasası çok toplumlu temele oturtulmuş bir anayasaydı, 1921’den cumhuriyetin ilanına kadar geçen dönem, otonom (özerk) yönetimlerin benimsenebileceği işaretini veren söylevlerle doluydu. Hatta M. Kemal’in bu dönemde kendisine sorulan bir soru üzerine, Anadolu’da özerk bir Kürdistan adına bir sınır çizilmesi durumunda, bu haritanın Türkiye’yi mahvedeceğini söylemesine rağmen yine kendi demeçleriyle 1921 Anayasası’nın içeriğine de dayanarak Kürtler’e yerel özerklikler vaat ediyordu. İsmet İnönü’nün de Lozan Görüşmeleri sırasında “Milli davalarımızı ‘ biz Türkler ve Kürtler’ olarak kabul ettirdik,” demesi, o dönemde, ırk anlayışının ön planda tutulmadığının, devletin aynı kaderi paylaşan iki halkın ortak kazanımı olduğunun açık göstergesidir.

     Ancak Lozan Anlaşması ve arkasından gelen cumhuriyet, esen rüzgarı ters yöne çevirmişti. Cumhuriyetten hemen bir yıl sonra oluşturulan yeni anayasa, resmi dilin Türkçe olarak değiştirilmesi, gerek anayasaya Türklük söylemlerinin eklenmesi, gerekse cumhuriyet sonrası Türkçülük politikaları izlenmesiyle birlikte Kürt halkını kurulan yeni devletten uzaklaştırdı.    

Şeyh Said İsyanı

     Şeyh Said isyanı, Azadi adlı cumhuriyet Türkiye’sinin ilk Kürt hareketi kabul edilebilecek örgüt tarafından başlatılıp yönetilmişti. Azadi örgütüne değinmek gerekirse; bu örgüt, 20’li yılların başında kurulmuş, illegal bir kuruluştu. Örgüt ilk yıllarında, doğunun yaşadığı ekonomik ve eğitim sorunları ve yaşanan geri kalmışlığı, hükümetle demokratik yollarla çözme taraftarıydı. O dönemde de henüz örgüt tarafından başlatılmış bir direniş olmaması, bu tezi güçlendiriyor gibi gözükebilir, ancak örgüt hakkındaki bilgilerin gizli arşivlerde tutulması, daha net bir yorum yapmamızın önündeki en büyük engel. (Direnişin başlangıç nedeni üzerine, devletçi tarih anlayışının ve bugün bazı çevrelerin kabul ettiği anlayışta bir farklılık var. Devletçi tarih anlayışı, 1925 yılının Mart’ında patlak veren isyana, bir yıl önce kaldırılan hilafetin ve Musul sorunu nedeniyle İngilizlerin neden olduğunu ve bu yüzden isyanın dış güçler etkisinde gerici amaçlarla düzenlendiğini söyler. Ama bugün bazı kesimlerin kabul ettiği neden ise, 24 Anayasasıyla başlayan dönemde, hükümetin takınmış olduğu Türkçü ve asimilasyoncu anlayıştı.)
     13 Şubat 1925’te direnişin başlamasının üstünden bir ay bile geçmeden, hükümet değişikliği yaşanmış, İsmet İnönü tekrar başbakanlığa getirilmişti. Kurulan yeni hükümet, bir gün sonra kabul ettiği Takrir-i Sükûn kanunuyla kendisine olağanüstü hal yetkileri tanımıştı. Daha sonra hükümet kuvvetleri, Diyarbakır’ı kuşatan Şeyh Said birliklerini geri püskürtüp, ele geçirdiği isyancıları, yeniden kurduğu İstiklal Mahkemeleri’nde yargılayarak, isyana son verdi.
         Takrir-i Sükûn Kanunu (KUTU)
      ( İrtica ve isyana, memleketin toplumsal düzenine, huzuruna, emniyet ve asayişini bozmaya yönelik bilumum örgütlenmeleri, kışkırtmaları, yüreklendirmeleri ve yayınları, hükümet reisi cumhurun izniyle ve kendi başına yasaklamaya yetkilidir. İş bu eylemleri işleyenler İstiklâl Mahkemesi'nde yargılanabilir.)

Şark Islahat Planı (KUTU)

Şeyh Sait İsyanı’nın ardından askeri harekat ve Takrir-i Sükun’la yetinmeyen yönetimin birtakım gizli reform planları (1925). Öngördüğü maddeler içinde Balkan ve Kafkas göçmenlerinin bölgeye yerleştirilmesi, “aslen Türk olup da Kürtlüğe” asimile olmaya başlayan yerlerde acilen yatılı okullar açılması, Ermeni’lerden kalan arazi ve mülklerin Kürtlere kiraya dahi verilememesi gibi sert hükümler bulunmasının yanında Kürtçe ve Arapça kelime başına da 5 kuruşluk bir cezanın belirtilmesinin kültürel, hatta fiili bir soykırımı anımsattığı bir gerçek.

Dersim İsyanı!
    
     Dersim bölgesi, kendisini çepeçevre saran dağlarla, engebeli yollarla, sahip olduğu çaylarla, tarih boyunca kendini diğer toplumlardan ve kültürlerden izole eden bir bölge olmuştur. Ayrıca Dersim, Tanzimat döneminden bu yana çıkardığı isyanlarla Osmanlı’yı uzun süre meşgul etmiştir de. Yeni devlet ise, Şeyh Said ve Ağrı İsyanları’ndan sonra sorun yaratabilecek bir başka bölge olarak gördüğü Dersim hakkında birçok rapor hazırlatmıştı. Bu raporlar, Dersim’in coğrafi vaziyetinden ırki vaziyetine, iktisadi durumundan daha önce çıkardığı isyanlara kadar konuyu birçok yönden ele alıyor, yapılması planlanan harekatlar için devlet erkanını bilgilendiriyordu. Devletin Dersim konusuna yaklaşımı, raporlardan da anlaşılmaktaydı. Devlet, Dersimlileri Türklüklerini unutmuş insanlar olarak görüyordu, keza 30’lu yılların başında gizli olarak yayınlanmış ‘Dersim Raporu’ adlı kitapta, bölge aşiretlerinin her birinin ırki özellikleri üstünde durularak, hepsinin aslen Türk olduğu, ancak zaman içinde yaşadıkları Şiileşme nedeniyle, dillerini ve kültürlerini kaybettikleri, ancak ne olursa olsun Kürt olmadıkları; kadınların giydikleri kıyafetlerle, söylenen türkülerle, Dersim ismine yapılan etimolojik çözümlemeler gibi yollarla açıklamaya çalışıyordu.
     İsyanın ayak sesleri, Singeç Olayları’yla duyulmaya başlamıştı. Singeç Olayları sırasında, Fırat üzerinde yeni yapılmış bir köprünün güvenliğini sağlamak için kurulmuş karakola saldırılmış ve 33 asker öldürülmüştü. Bunun üzerine M.Kemal kesin talimat veriyordu: Sorunu kökünden hallediniz…
     Ayak seslerinden sonra isyan, 20 Mart 1937’de patlak veriyor. Köprülerin yıkılması ve telefon hatlarının kesilmesiyle başlayan isyan, askeri birliklere yapılan baskınlarla devam etmişti. Devlet tarafından düzenlenen ilk harekatın başarısızlıkla sonuçlanması, aşiretlerin kendine güvenini arttırmıştı. Birkaç defa daha tekrarlanan kara harekatından sonra, hava harekatı kararı alan devlet, isyancıların yoğun olarak bulunduğu yerlere yapılan hava saldırısıyla isyanın gücünü kırmayı başarmıştı. Daha sonra anlaşma yapılmak için çağrılan Seyit Rıza, yargılanarak idam edilmişti. Bunun üzerine ikinci defa ayaklanan aşiretler, zehirli gazlar kullanılarak etkisiz hale getirilmiş, isyan ancak bu şekilde sonlandırılmıştı.
     Sonuçta umumi müfettişlik raporuna göre 13.160, diğer kaynaklara göre 40.000’e yakın sivil yaşamını yitirmiştir. Yine umumi müfettişlik raporuna göre, 11.818 kişi başka bölgelere sürgün edilmiştir.
     ‘Dersim İsyanı!’, meclisin açılmış olduğu 23 Nisan 1920 tarihinden bu yana Kurtuluş Savaşı da dahil olmak üzere, en çok can kaybının yaşandığı olay olmuştur. Sakarya Savaşı’nda bile verilen ölü sayısının 5.713 olması bunu açıkça göstermektedir.
     ( Son günlerde Dersim hakkında, Başbakan tarafından yapılan bilgi yanlışını burada düzeltmek gerek. Başbakanın iddiası, Dersim Harekatı’nın cumhurbaşkanı tarafından yönetildiği ve o dönem cumhurbaşkanın İsmet olduğu yönünde. Ancak, o dönem ne cumhurbaşkanıdır İnönü, ne de başbakan. O dönem cumhurbaşkanlığı koltuğunda M.Kemal, başbakanlıkta ise Celal Bayar oturmaktaydı. Halkın tepkisinden korkarak M. Kemal ismi ağza alınmadan suçun İnönü’ye atılması, haksızca olmuştur. Kaldı ki bir süre için gündemde geniş yer edinen tartışmalarda M. Kemal’in harekattan haberi olmadığı iddiası, Trabzon’daki köşkünde bulunan haritasındaki kimi manevra ve hava saldırı planlarıyla ilgili olarak kendi eliyle aldığı notlar düşünülünce çürütülmüştür.)

1960’dan günümüze

     Dersim Harekatı sonrası derin dondurucuya kaldırılan Kürt sorunu, 27 Mayıs darbesinin getirdiği 61 Anayasası sayesinde tekrar konuşulmaya başlamıştı. 61 Anayasasının seçim sistemini değiştirerek uygulamaya koyduğu milli baki usulü, meclisi halkın tüm kesimlerini kapsayan bir yansıması haline getirmişti. Milli baki usulüyle meclise on dört milletvekiliyle giren Türkiye İşçi Partisi, o dönem yeni yeni başlayan devrimci hareketlerin başını çekiyor, özerk üniversiteyle kurulmaya başlanan ve o dönem aktif rol oynayan öğrenci kolektiflerinin ve öğrencilerin ideolojik eğitmenliğini üstleniyor, gençlere sosyalizmi anlatıyordu. TİP’in öncülüğünde başlayan süreç, Devrimci Doğu Kültür Ocakları’nın (DDKO) oluşturulmasıyla devam etmişti. DDKO, Kürt üniversite öğrencileri ve bazı TİP’liler tarafından Ankara’da kurulmuştu. DDKO, kuruluşundan 12 Eylül’e kadar çeşitli isimlerle faaliyetlerine devam etti. Ocak, Lenin’in ulusların kendi kaderini tayin hakkı görüşünü ve ezilen ulus milliyetçiliğini benimseyen bir Marksist örgüttü. Devrimci Doğu Kültür Ocağı’nın bir başka özelliği ise, başta Abdullah Öcalan olmak üzere, 80’li ve 90’lı yıllarda Kürt hareketlerini yönlendirecek isimlerin üye oldukları ilk siyasi örgüt olmasıdır.
     12 Eylül, Kürt hareketinin en önemli dönüm noktasıydı. Başta Diyarbakır Cezaevi olmak üzere birçok cezaevinde, Kürt tutuklulara karşı zorla İstiklal Marşı’nı ezberletmek, tutuklulara cezaevi duvarlarına ‘‘Ne Mutlu Türküm Diyene’’ gibi sloganlar yazdırmak, pislik yedirmek, elektrik vermek gibi çeşitli işkenceler uygulamak suretiyle yeni yeni doğmaya başlayan Kürt milliyetçiliğini çok yüksek seviyelere getiren 12 Eylül Cuntası, bugünlerimizin, yaşadıklarımızın birinci dereceden sorumlusudur
     12 Eylül, hapishanedeki Kürtlere az önce değindiğim zorlamalarla, yeni oluşturduğu anayasayla Kürtçe’yi yasaklayarak sorunları çözeceğini, 11 Eylül’deki anarşi havasına son vereceğini, milli birliği tekrar kuracağını zannediyordu. Ancak 12 Eylül’ün hapishanelerde yaptığı işkenceler, sahip olduğu yasakçı zihniyet, devletten kopmasından korkulan halkın yine devlete karşı silaha sarılmasına, uygulanan ve kabul ettirilmeye çalışılan Türk milliyetçiliğiyse Kürt halkının daha bir marjinal bir milliyetçiliğe sıkıca bağlanmasına neden olmuştu.

(PKK KUTU
    
     1978’de fiili olarak kurulan PKK, saldırılarını 15 Ağustos 1984 tarihinde Siirt’in Eruh ve Hakkari’nin Şemdinli ilçesine yaptıkları baskınlarla başlatmıştır. PKK, çatışmaların üst düzeyde olduğu 1987-1993 yılları, sadece TSK ile çatışmaya girmemiş, Abdullah Öcalan’ın ‘‘Öldürelim, otorite olalım’’ anlayışıyla, sırf destek görmek için kendi halkına bile silah kaldırmış, birçok baskın düzenlemişti.
     1999 yılında yakalanan Abdullah Öcalan’dan sonra militan sayısında müthiş bir düşüş yaşayan PKK, bundan sonra içinde nihai çözüm konusunda farklı görüşleri olan gruplara bölündüyse de temelde bağımsızlık olan hedeften vazgeçerek, demokratik özerkliği amaç edinen bir örgüt oldu.)
    
12 Eylül’ün izlerini yavaş yavaş üstünden atmaya çalışan Türkiye, 90’lı yıllara 82 Anayasası’nın kısıtlayıcı ilkeleriyle girdi. Kürt siyasetçileri, 91 yılında yapılan genel seçimlere Sosyal Demokrat Halkçı Parti (SHP) listelerinden girerek, mecliste sandalye kazandılar. Ancak yemin töreni sırasında, yeminin bir bölümünü Kürtçe yapmaları, dokunulmazlıkların jet hızıyla kaldırılmasına ve mahkum olmalarına neden oldu. 1993’te Halkın Emek Partisiyle başlayan kapatma ve yasaklama serüveni, milletvekillerinin karga tulumba gözaltına alınmasıyla, peş peşe partilerin kapatılmasıyla günümüze kadar geldi. En son kapatılan DTP ile birlikte yirmi yıllık süreçte altı Kürt siyasi partisini kapatan hukuk sistemimiz, acaba ülkenin en önemli sorunu olan Kürt sorununu kapatma ve yasaklama yoluyla çözemeyeceğini, ne zaman anlayacak?

Çözümler - Sonuç
   
     Kürt Sorunu adına çözüm denemeleri ve önerileri, 90’lı yıllarda arttı; çeşitli siyasi partiler, sendikalar ve birlikler tarafından hazırlanan raporlar, kamuoyuna sunuldu. Bu raporlar içinde en kapsamlı olarak kabul edilebilecek olanı, Temmuz 1990’da SHP tarafından kamuoyuna sunulan ve hemen iki gün sonra Devlet Güvenlik Mahkemeleri tarafından hakkında soruşturma başlatılan rapordu. Bu rapor, OHAL (Olağanüstü Hal) kararları başta olmak üzere, insan hakları ihlallerine, o dönem yasak olan anadili kullanma hakkına, bölgenin kalkınmadaki yavaşlığına değinerek yine bu saymış olduğum sorunlara devletin temel ilkelerine bağlı kalmakla birlikte çözüm önerileri getiriyordu. O dönemden günümüze kadar ortaya atılan çözüm önerilerinin büyük bir bölümü ve hatta geçtiğimiz yılı hakkında konuşarak geçirdiğimiz Açılım Süreci, SHP’nin sözünü ettiğim raporu eksenli olmuştur.
     SHP’nin sunduğu devletin temel ilkelerine bağlı çözüm önerileri dışında; Özerklik, çok kültürlülük, federal yönetimler ve ayrılma da sorunun çözüm şekilleri olabilir.
     Özerklik, Connor’un dediği gibi; çok kısıtlı seçeneklerden, dış politika dışındaki bütün meselelerde tam denetime kadar uzanan muallak bir kavramdır. İki tür özerklik şekli bulunur: Bunlar, topraksal ve kültürel özerkliklerdir. Topraksal özerklik, etnik grupların belli bir bölgede, yoğun olarak yaşadıkları otonomi şeklidir. Kültürel özerklik ise, ülkede bulunan diğer unsurlarla iç içe yaşayan etnik gruplara verilen özerkliktir. Türkiye’de, gerek doğuda yaşayan yoğun Kürt nüfusu, gerekse ülkenin her bölgesine değişken oranlarda yaşayan Kürtler, olası bir özerklik durumunda, muhtemelen topraksal ve kültürel özerklik karışımı bir yönetim şekline sahip olacaklar. Özerklik tartışmaları sırasında, örnek alınabilirliği ve uygulanabilirliği tartışılan bir başka model ise Bask bölgesinde uygulanan modeldir. Bask modeli, Franco dönemi sonrası oluşturulan yeni anayasayla özerklik kazanan Basklılar tarafından uygulanan sistemdir. Bu sistemle, eğitim, adalet, sağlık, emniyet, sosyal güvenlik ve kamu hizmetlerinin yönetimi Bask bölgesine ait kılınmıştır. Kendine ait bir parlamentosu da bulunan Bask bölgesinin birebir örnek alınmasının önündeki en büyük engel; Basklıların sadece belli bir bölgede yoğun olarak yaşamaları ve sonucunda, bölgesel özerkliğe sahip olmalarıdır. Ancak az önce de belirttiğim gibi; Türkiye’deki Kürt nüfus dağılımı, ancak iki tür özerkliğinin harmanlanmasıyla oluşacak bir özerklik sistemine uygun.

     Çok kültürlülük, hiçbir grubun asimile edilmediği, çeşitli kimliklerin bir arada yaşayabildiği, devleti oluşturan tüm unsurların bir üst kimlik altında (Ki bu üst kimlik kesinlikle ‘Türk’ gibi sadece bir milleten oluşmamalı veya böyle bir etnik görüntüyü çağrıştırmamalı, tüm milletleri içine almalıdır, ‘Türkiyelilik’ gibi.) toplandığı yönetim şeklidir.

     Federal yönetimler, topraksal özerklik şeklini içinde bulunduran yönetim şeklidir. Ancak Almanya ve Amerika örneklerindeki gibi uygulanacak bir federalizm, ülkenin eyaletlere ayrılarak, yerel yönetimler eksenli yönetilmesi sonucunu ortaya çıkarır ve bu sayede bölgesel farklılıklara farklı politikalar uygulanır.

     Ayrılma, bir grubun zararına olan devlet politikaları ve devlet tarafından uygulanan asimilasyon politikaları sonucu, bir grubun devletten ayrılmasıdır. Ayrılma, baskıcı rejimlerde, halkın sesini duyurmak için, tüm demokratik yollardan sonra başvurduğu son çare olmuştur.

     Türkiye, Celali İsyanları’ndan bugüne kadar değiştirmediği zihniyetiyle başkaldıranın kafasını koparmakla yetindi; isyan edenlerin neden böyle davrandığını sorgulamadı, sorunun köklerini araştırmaya gerek duymadı. Türkiye, Abdullah Öcalan’ın yakalanmasından sonra duran terör eylemleriyle, doğru yolda olduğunu sandı, sorunun sadece kopartamadığı başlar olduğunu düşündü ve yetindi. Ancak ilerleyen yıllarda, problemin nedenlerine inilmemesi, çözüm yaratılmaması, terörün kaldığı yerden devam etmesine neden oldu. 2000’li yılların başında, halkın sorununu birebir halkla çözme şansını kullanmayan Türkiye, eğer bu sorunu çözmek istiyor, akan kardeş kanını durdurmayı amaçlıyorsa, er ya da geç terör örgütüyle veya onların temsilcileriyle masaya oturmak zorunda. Ancak Türkiye’nin atacağı bu adımın yukarda açıkladığım argümanlarla (Ki ayrılma bunun dışındadır.) desteklenmesi, hazırlanması planlanan barışı ve barıştan sonra yaratılması gereken ekonomik istikrarı kalıcı hale getirir. PKK’nın da bu konuda atacağı adım, IRA örneğinde olduğu gibi, silah bırakarak anlaşma yapması olacaktır.

     Eğer Türkiye halkı, barış içinde, herkesinin birbirinin kültürüne saygılı olduğu bir ülkede yaşamak istiyorsa olası tüm demokratik çözümleri konuşmalı, gerekli hakları vermekten çekinmemelidir. Birlik, beraberlik diyerek başladığım bu paragrafı, Cahit Sıtkı’yla tamamlayıp, bu sayıdaki dosya konumuza noktayı koymak yerinde olsa gerek.

Memleket isterim
Ne başta dert ne gönülde hasret olsun;
Kardeş kavgasına bir nihayet olsun;
Memleket isterim
Ne zengin fakir, ne sen ben farkı olsun
Kış günü herkesin evi barkı olsun…
                                                                                   Cahit Sıtkı Tarancı
 






0 ses çıkmış:

 

Term Life Insurance Quote