26 Ağustos 2010 Perşembe

The Yes Men ve Modernizme Eleştirel Bir Bakış (Deneme)

Hep para peşinde koşturan bir kötü adamsanız, kostümünüz bol cepli olsa iyi olur. Halkın sevgilisi bir süper kahramanınsa kaslarını sergilemek için tayta ve şöyle bir savurmak için pelerine ihtiyacı vardır. Peki, ne özel güçlere sahip, ne de zevk sahibi bir terzisi olmasına rağmen dünyanın gidişatından memnun olmadıkları için bazı şeyleri değiştirmek isteyen modern çağın gizli kahramanları ne giyer: Cevap veriyorum, bit pazarından aldıkları ikinci el takım elbiseleri!

The Yes Men, iki über-kahramanın ortaya koyduğu bir proje. Baş düşmanları arasında Bay Kapital, (Milton) Friedman, Kaptan Refah Devleti ve Neo-Glo var.

Hangi kisve, hangi süslenmiş maske altına belirirse belirsin bu düşmanlarıyla karşılaştıklarında, onları alaşağı etmek, kamuoyunu bilinçlendirerek bir toplumsal vicdanı ayağa kaldırmak içinse her zaman mizah ve zeka dolu yöntemleri tercih ediyorlar. Bu amaçla önce, hedefledikleri kişi veya kurumun (G. W. Bush veya Dünya Ticaret Örgütü dahil.) oldukça inandırıcı bir sitesini hazırlayıp bunu denize atmaları gerekiyor. Sonraysa…Bekliyorlar… Bekliyorlar…. Bekliyorlar…. Ve o kadar; öyle ki Google’da rastladıkları ilk siteye tıklamaya meraklı muhabirler, akademisyenler The Yes Men’i aradıkları kurumla karıştırarak bir konferansa ya da söyleşiye çağırıyor. Yaptıkları temelde yalnızca post-modern balıkçılık yani.

İş, bizim ikilinin, temsil ettikleri (!) kurumun çelişkilerini, ahlaken yanlış buldukları tercihlerini insanların yüzüne vurmak için yola çıkmalarıyla ilginçleşiyor zaten.

Genel olarak hedefleri, üzerinde düşünülmüş, şok edici kimi fikirleri oldukça ciddi, sanki taklit ettikleri firmanın en stratejik planıymış gibi sunarak basının tepkisini çekmek; en azından dinleyicilerin dikkatini bazı noktalarda toplamak. Örneğin WTO olarak günümüz politik sisteminin yozlaşmış olduğundan dem vuruyorlar. Neden mi? Reklam şirketlerine, seçim kampanyalarına, halka ilişkilere ayrılan parayı direk olarak seçmenlere ödemek varken aracılarla vakit ve nakit kaybeden adaylara sinirlendikleri için! Başka bir projeleriyse vücudu tamamen kaplayan altın bir kostüm içerisinde dolaşan, son model şirket yöneticileri; tabii kasıklarından çıkan kocaman mekanizmanın ucundaki ekranla ulaşılan hands-free denetim birimi, kıyafetin rahatlığı yanında bir başka avantaj! Açlığa karşı geliştirdikleri çözümü açıklarken ise konferansı dinleyen öğrencilerin yüzü görülmeye değer. Zira ürettikleri mekanizma, gelişmiş ülkelerin biyolojik atıklarından (Kısaca bok diyebiliriz, rahat olun.) besin değerlerini emerek tekrar kullanıma sunabiliyor. Tabii öğrenciler, bu ikinci el hamburgerler, yalnızca üçüncü dünya ülkelerinin piyasalarına sürülmek üzere üretileceği için rahat olabilirler.

İşin ilginciyse bu projelere verilen tepki. Genellikle (Son anlattığım dışında.) fikirleri ne kadar absürt olursa, saçmaları ne denli sarhoşlaşırsa gördükleri ilgi ve beğeni o kadar artıyor. Hatta alkışların ardından kimi dinleyiciler The Yes Men ile konuşmak için bekliyor, olası ortaklıklar için kartlarını veriyorlar. Yani 10 dolarlık ucuz bir takım elbise, güçlü bir retorik, tabii hepsinden önemlisi büyük bir firmada sahip olunan yüksek unvan çoğunlukla, insanları ikna etmek için yeterli. Bu insanların innovasyon ve Ar-Ge’ye inançları çok mu ortodoks, nedir?

Ama The Yes Men’in istediği bu değil, hayır, paçayı kurtarıp oradan uzaklaşmak istemiyorlar. Aksine bu insanlara, savundukları şeylerin ne kadar saçma, inandıkları değerlerin nasıl da yönlendirmeye açık olduğunu göstererek bazı şeylerin farkına varmalarını sağlamak.

Bu nedenle, oldukça çarpıcı bir eylemlerine daha dikkat çekmek istiyorum:

3 Aralık 1984’te, Hindistan’ın Bhopal bölgesinde, dünyanın en büyük endüstriyel felaketi yaşandı. Amerikan şirketi UCC’nin sorumsuzluğu 500.000 kişinin hayatını kabusa çevirdi; binlercesini öldürdü veya sakat bıraktı.

Acı olansa şirketin, bundan toplam 470 milyon dolarlık tazminatla kurtulabilmiş olması. Tabii işin içine firmanın imajını kurtarmak için yapılan halkla ilişkiler masrafları, reklam giderleri eklenince fatura artıyor; ama bunun kime gerçekte yararı oldu ki?

Facianın 20. yılındaysa The Yes Men en büyük eylemini gerçekleştirerek UCC’nin yeni sahibi DOW’un kimliğinde BBC’ye, belki de dünyanın en çok tanınan ve izlenen kanalına, çıktı ve milyonların önünde, bölgeye yapılacak 12 milyar dolarlık yeni manevi tazminat planını açıkladı. Herkes sevinçliydi elbette, sunucu, kameramanlar; Bhopal’daki insanlar… Hiç beklenmedik bu umut fırtınasının, 20 yıllık sessizliğin ardından her yeri kasıp kavurmasıysa- ne yazık ki- yalnızca iki saat kadar sürdü ve gerçek DOW yetkilileri bu beyanatı yalanladı. Gerçi bu durum hisselerinde 2 milyar dolarlık, küçük bir kayba neden olsa da olayın büyümemesi için The Yes Men’e dava açmadı. Aksine, Andy bu kez kendi kimliğiyle BBC stüdyosuna geri dönerek bunu neden yaptıklarını açıkladı ve eylemlerinin amacına, aslen firmanın ne yapmış olması gerektiğinin altını çizdiklerini belirterek değindi. Yani gerçek bir aktivist gibi davrandı; kaçmadı, sorumluluk aldı, gerekirse hapse girme riskini bile göze alıp derdini, firmanın gerçekte yapması gereken şeyin aslında nasıl da herkesin umudu olduğunu, anlatmaya çalıştı. Ardından The Yes Men’in Hindistan’a yaptıkları gezide minnetle karşılanmalarıysa ana akım medyanın hemen savunmaya çekilerek öne sürdüğü “kurbanlar” tarafından da benimsendiklerini gösteriyor. Bu felaketi gündeme taşımak için daha iyi bir yöntem olamazdı ve Bhopal’den bir insanın dediği gibi “Buna kesinlikle değdi.”

GELİŞİM MODERTNİTESİ IŞIĞINDA DON KİŞOT PARADOKSU (MU?)

The Yes Men’in asıl sorununun sermaye piyasası ve onun emrindeki hükümetlerin neoliberal politikaları olduğunu söylemiştik. Zira savundukları teze göre böylesi vahşi bir kapitalizm, insan hayatı dahil tüm değerleri göz ardı edebilecek bir açgözlülüktedir. Kapitalizmin torunu Milton Friedman ile uğraştıkları kısımda bazı para babalarının, savundukları laissez-faire ilkelerini (Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler.) ile tapındıkları serbest ticareti yüceltmek için gerekirse küresel ısınmayı iyi bir şey olarak pazarlayabileceklerini görüyoruz. Bu insanlar, çuvalların tepesinde oturan, dünyayı kontrol eden ideolojiyi temsil eden, saygın kişilikler ve sıcağın her zaman daha hoş olduğunu, hatta aslına bakarsanız soğukla ilgili ölümleri azaltacağından, bunun olumlu bir süreç olduğunu söyleyebiliyorlar.

Aslında The Yes Men, belgesellerinde pek değinmese de bütün bu açgözlülüğün temelinin, modernizmde aranması gerektiğini düşünüyorum. 19. yüzyılda iyice şekillenmeye başlayan bu paradigma, temel itibariyle sürekli gelişimi öngören ve bu nedenle ortaya çıkan ironik çelişkilerin zenginle fakiri, hızlıyla yavaşı durmaksızın bir girdap içerisinde karıştırdığı sürekli bulantıyı anlatıyor. Modernizm; bir parkta oturan iki farklı sınıf insanının karşılaşması, Orta Çağ’dan kalma bir şehrin standardizasyon ilkeleri doğrultusunda yeniden biçimlendirilmesi, “katı olan her şeyin buharlaşması”*; modernizm, tek sabitin değişim olduğu dinamik bir dönüşüm projesi…

Faust’un kendi hayalindeki dünyayı yaratma hırsında, Haussmann’ın Paris’i inşasında ve aslında burjuva düşünüşünün (Bunu olumlu veya olumsuz anlamda söylemiyorum.) ortaya koyduğu tüm yapıtlarda bu fikrin izleğine rastlıyoruz. Ne kadar karşı olsanız da aynı bulamacın içinde kalacağını biliyorsunuz içten içe ve bu içinizdeki paradoksu ortaya çıkartıyor.

Modernite müthiş bir uyum stratejisi, evrim zekası demek. Yani dünyanın diyalektik olarak sürekli öz yıkım ve yeniden inşa yoluyla kendini durmaksızın yenilemesi gerekiyor. Bu da alt başlık olarak bize yeni girişimciler için alan yaratacaksa krizlerin dahi yararlı olduğunu ve felaketlerin de kar sağlayabileceğini söylüyor. Hatta mevcut sisteme karşı olan fikirler bile eğer sermayeye para kazandıracaksa pazara sunulabilir ki bu da aslında kültürün ve tüm entelektüel değerlerin metalaştırılması anlamına geliyor.

Şimdi, varmak istediğim iki sonuç var:

a) Modernizmin peşinden giden kapitalist sistemin, doğası gereği sürekli ilerlemeye çalıştığı; bu “inşaatı”, tarihte burjuvaların oynadığı rolü şimdi yine benzer bir üst sınıfın, yeni bir kimlik aracılığıyla üstlenerek ve devlet müdahalelerini “ket vurucu” görmek suretiyle sürdürdüğü iddiası; bu yolda, yönetenlerin, sömürü ve insan yaşamını da gözden çıkaran bir anlayışı benimsemesi. (Bunu en iyi gösteren The Yes Men eylemi için New Orleans olaylarına bakabilirsiniz.)

b) Hepimizin, bu işleyişe en karşı olanlarımızın bile aslında ne yaparsak yapalım onun içerisinde, paradokslarıyla birlikte yaşadığı gerçeği ki aslında The Yes Men’in üstlendiği görev ve bunu DVD satışı ya da bağışlar yardımıyla sürdürmesinin de aynı zorunluluğun bir göstergesi olması.

İşte bu iki şıkkın farkında olmak bizi sanıyorum ya postmodern bir kültürel umutsuzluğa, kafes imgeleriyle iç karartan entelektüel pasifizme (Michelciğim Foucault alınmasın.) sürükler ya da yanlış hayatın doğru yaşanmayacağını kabul ederek olsa bile bir şeyleri değiştirmeye çabalama girişimine. Zira ekonomik ya da politik anlamda modernizme karşı olsak, herhangi bir açıdan kendimizi modernist olarak tanımlamasak bile zaman ve mekan itibariyle “modern” olduğumuzdan dolayı onun değişim kapasitesini anlayarak gidişatı, kendi isteğimiz doğrultusunda değiştirme imkanına sahibiz.

Ben The Yes Men’in aktivizminin bu yönde yorumlanması gerektiği düşüncesindeyim. Bir yandan da kullandığı yöntemler, bana 1994 yılındaki bir anarşizm festivalini ve onun broşürünü aklıma getiriyor: Önünde teorik kitaplar olan bir anarşist, temel ilkeleri açıklarken klişeleşmiş bir anarşist bombacının saldırısına uğrar. Alttaki mesaj “Mücadelede, mizah duygunuzu kaybetmeyin.”dir.

The Yes Men, modernizmin getirdiği paradoksları anlamış – ya da sezmiş-; insani duygulardan arınmış Faustvari bir gelişim hırsının getirdiği sonuçlarıysa en derin gerçekliğiyle gözlemlemiş ve buna göz yummak istemeyen iki “vatandaşın” yasalar dahilindeki girişimidir. Bugüne kadar aldıkları tek cezanın bir eylem sırasında arabayı yanlış yere park etmelerinden kaynaklanması, sanırım bu söylediklerimi kanıtlıyor…

* Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor. Marx’ın Komünist Manifesto’da kullandığı tabir, aynı zamanda Marshall Berman’ın modernizm üzerine bir hayli fikir verdiği eseri. Konu hakkında benim zırvalamalarımdan fazlasını merak edenler için…

0 ses çıkmış:

 

Term Life Insurance Quote