26 Ağustos 2010 Perşembe

Kriz (Öykü)


Rüzgarın etkisiyle adım adım açılan dişsiz ağzın yalnızca metalik bir dili, ne yazık ki tek bir tane kalmış da kolu vardı. “Yine d o bile e bu evin benden daha köklü, vazgeçilmez bir parçası o.” diye düşündü Arslan Bey, pek sevmediği kapısı hakkında. Bir yandan da zavallının bitap durumundan kendi sorumluymuş, yıllarca cenk edip çarp(ış)arak onu gazi eden kendisiymiş gibi hep açık bırakır, evde cereyan fırtınaları estiğinde bile odasının biricik kapısını kapamaya kıyamazdı. Asıl yıpranan kendi olmuştu halbuki.

Misafirlerin gittiğinden emin olduğunda salona geçti. Koltuklara, dört bir yana dağılmış pek çok sehpaya çarpmamaya, sayısız biblo veya vazodan birini düşürmemeye gayret ederek pencereye kadar gelmeyi de başardı. Şimdi, camı açsa mıydı yoksa öylece bırakıp sinekliğin ötesinden mi baksaydı bahçeye; bilemiyordu. Hem zaten yıllarla beraber sigara kokusu sinmişti tellere. Sinekleri dışarıda tutmak için taktırdığı engel; güve, örümcek ve hatta kelebek kozaları da dahil birçok haşarata ev sahipliği etmişti bugüne dek. Hem şöyle sağlam bir örümcek ağı da aynı işlevi görmez miydi o zaman? İkisinden de iğreniyordu, görüşünü kapayan, gökyüzünü delen bu eleğe hiç de ihtiyacı yoktu. Yaz geceleri rahatça televizyon izlemek o kadar da büyük bir lüks değildi ya sonuçta!

Ama hiç de öyle olmadı. Örtüyü kırıştırmamaya dikkat ederek kanepede birkaç dakika oturduktan sonra tıpış tıpış geri döndü mobilyaların arasında kazdığı dar yolu. Bırakın pencereyi açmayı, perdeleri sürüklemekle bile uğraşmamıştı. Tabaklardaki yenmemiş börek, kemirilmiş kurabiye kalıntıları; sehpaların üstünde bırakılmış, dipte demi görünen çay bardakları midesini kaldırdığından olsa gerek, haddinden uzun bir yol olmuştu bu. Sürünerek, nefes nefese salondan çıktığında saat gece yarısını geçmişti bile.

Antre de bir garipti doğrusu. Evin en nefret ettiği kısmıydı, belki yatak odasından sonra. Giriş çıkışları denetleyen, her daim gözü üzerinde olup nereye giderse gitsin onu takip eden bir nöbetçi gibiydi bu koridor. Dolaplar, portmanto, ayakkabıları koydukları çekmeceler sanki her an ona ihanet edip açılarak içlerindeki eşyalarla birlikte üstüne çökecekti. “Balıkçı ve Oğlu” figürü de kucaklarında zar zor tuttukları kocaman balık da eğreti kaçıyordu şüphesiz. Elinde olsa bunların hepsini çöpe atardı da işte…

Berna, muhtemelen mutfaktaydı şimdi. İçeri girip onu rahatsız etmeye gerek yoktu, evin huzuru kaçardı; tartışmayı sabaha bırakacaktı Arslan Bey. Fakat bu gecenin hesabını sormayı da unutmayacaktı. Eve, hiç sevmediğini bile bile, misafir çağırıp tüm geceyi rezil, kendisini de odasına hapsetmek ha! Ha ha, Berna’ya o kadar sık tekrarlayacak, ara vermeden o kadar yüzüne vuracaktı ki kusurunu diğer tüm hataları gibi bunun için de hissettiği, içten pişmanlıktan ziyade bıkkın bir yeter’e dönüşecek, ardından da sorumsuz davranışı (hiç kuşku yoktu buna) Arslan’ın hazırladığı kusurlu hareketler listesine ilk ondan giriş yapacaktı. Ayıp be, insan utanır değil mi gösteriş yapacağım diye yamuk arkadaşlarına!

Şimdi sinirinden bir şeyleri kıracaktı neredeyse, evet evet, hemen şimdi, burada. Mesela şu çirkin figür, Balıkçı ve Oğlu. Mutfak kapısına fırlatacak, seramiğin kırılma sesinin neye benzediğini müthiş bir hazla öğrenecekti. Hızlı kararıyla uzandı kavrayıp kaldırmak için, ne var ki kolu yetişmedi. Hayır, böyle yapamazdı.

Kabuğuna çekildi küçülerek, evin içinde kol gezen nesnelerin gölgelerinden uzaklaşmak için odasının karanlık bir köşesine sindi. Uzaklaşmak. Mesafe. Aradığı anahtardı bunlar, ama ön kapıyı ne zamandır kullanmamıştı ki o. İçeriden kilitlemiş, sıkıca mühürlemişti sanki ve şimdi ilk defa dışarı çıkmak istediğinde zamanın götürdüklerinin farkına varmış, yontula yontula o anahtara dönüştüğünü, çıkmayı denese en iyi ihtimalle kapı deliğine sıkışıp kalacağını anlamıştı.

“Yok artık canım, quelle alaka! Ha ha ha, sahiden mi!” Karısının kusursuz Fransızcası tek bir sözcükle de olsa duyuldu mutfaktan, sanki misafirler hala buradaymış gibi. Sonra dişlerini sıkarak telefonun varlığını karısının yanında hissetti, yoksa salondaki yokluğu muydu bu sezdiği?

Gelecek, gelmeyecek kadar uzakta koşturuyordu; şimdiki zaman ondan hızlı, -miş’li geçmiş ise en az karısı kadar samimiyetsizdi onun gözünde. Fakat evin içinde hiçbir fotoğraf olmaması, Arslan Bey’in görülen, yaşananla da barışamadığını gösteriyordu herhalde. Tabii misafirler sadece salonda oturabildiğinden onun ruhsal durumu hakkında şöyle sağlam, dişe dokunur bir kanıya varamıyordu ancak “Babasıyla kavga etmiş daha çocukken, işte o gece evden kaçmış.” sözcükleri karısı mutfağa, çay koymak için geçer geçmez oturma odasında çınlıyor; geçmişe dönük Freud’yen kurgular, cimriliği hakkında genel geçer kelamlar, hatta cinsel hayatları hakkında öne sürülen acımasız iddialar daha Berna, çay kaşıklarını çekmeceden çıkaramadan sarsıyordu evi. Her ziyaretlerinde bu huzursuzluğu, kendisi hakkında anlatılanların öfkesini yaşayan Arslan Bey de kapandığı odada kısa boylu sinir krizleri geçiriyordu. Hiçbir nesneye yansıtmadan tabii ki.

“Aa, olur mu hiç öyle şey; başı ağrıyordu biraz, hepsi o.”

Buraya kadar. Yeter. Bütün düzeni yıkacaktı artık, evin içine kaosu, komşuları şaşırtıp camlara çıkaracak olan karmaşayı getirecekti. Nesnelerden, şeylerin zincirlerinden kurtaracaktı bedenini; zihnini, tüketilenin zehrinden arındıracak ve duvar süslerine çarpmamak için temkinle yürüdüğü koridorlarda yıllardır ilk kez özgürce koşacak... Sonra kollarını halen daha birer kanat gibi iki yana rahatça açamadığını fark edecek, alet çantasından çekici alacaktı vakit kaybetmeden duvarlara da girişmek için.

Berna fırlayacaktı neler olduğuna anlam veremeyip, hırkasının kolunu dehşetle ısırarak. Bir yandan kuzenine ses gitmesin diye hemen telefonu kapatacak, diğer eliyle Arslan’ın elindeki çekice uzanacaktı. Fakat durmaya niyeti yoktu onun. O sinirle bu kez kendisi bir balyoza, önünde hiçbir şeyin duramayacağı bir dozere dönüşecekti. Artık küçük değişimler, mobilyalar için yeni bir yerleşim yetmezdi, çimentonun kanını istiyordu damağı…

Her şey bittiğinde, moloz ile tuğla yığının tepesinde tek kişilik bir yıkım ekibi gibi yükselerek aşağı bakacaktı; yeniden şekillendirmek için yarattığı hamura. Her şeye baştan başlayabilirdi hak etmeyenleri geride bırakarak; çünkü Berna’nın hayreti geçtikten sonra o da ona katılacaktı. Birlikte yeni dünyalarını kuracaklardı kalıntılardan.  Ah, yapılacak çok iş vardı!

“Evet, tabii; o da çok ister. Hemen şimdi mi… Ee, bir sorayım, canım, ama olmaz sanırım.”

Evet, olmazdı…

0 ses çıkmış:

 

Term Life Insurance Quote