28 Nisan 2010 Çarşamba

Bir Demet Gökyüzü (Öykü)

Yoruldum. Geçen mevsimin artıkları üstümde kalanlar. Dökemiyorum geçmişi, oysa kaç kış geçti üstümden. Yaşananlar büyük geliyor artık. Tutmuyor bedenleri, üzerime oturmuyor. Dönüyorum diğer köşeye, burada da ilkbaharda üstümden çıkarıp attığım insanlar.

Üzerime abanmış yaşam, nefes almaya çalışıyorum. Gökyüzü mavi kaldığı sürece yaşam savaşı vermemiz gerektiği öğretilmiş bize. Hiçbir amacımız olmazsa yok oluruz, denmiş. Bu yüzden uğraşıyoruz işte. İçimizden gelen bir içgüdünün önderliğinde… Bakıyorum bardağın camından insanlara, şekilleri değişiyor. Burunları, ağızları kayıyor. Bir büyüyor bir küçülüyorlar. Sonra garson geliyor, bardağımı alıyor; tam önüme yeni bir kapta hayatımı sunuyor. Seyretmeye devam ediyorum. Diğer taraftaki birine dalıyorum.

Bardağımın içi boştu az önce. Her şey netti. Şimdiyse dopdolu bir hayat var işte. Öbür yanı gerçekliğiyle görmemi engelleyen bir hayat. Bana hiç de nesnel olmayan fikirler sunan bir hayat. İçiyorum hayatı, başım dönüyor. Bir türlü bitmiyor diyorum kendi kendime. İçip bitirsem de garson gelip yine dolduracak biliyorum. Zaman geçtikçe bu bardak bitmiyor…

Kalkıp gidiyorum oradan. Sanıyorum kurtuldum garsondan. Ama çıkamıyorum dışarıya. Garson sesleniyor: “Hayatınızı bırakıyor musunuz?”

Bırakmıyorum, bırakamıyorum. Yerime, sandalyeme geri dönüyorum. Devam ediyorum hayatı içmeye. Tadı biraz mayhoş. Beğenmiyorum aslında. Bırakmak istiyorum. Kalkıp, çıkıp gitmek… Ama yapamıyorum. Yan masaya ilişiyor gözüm, onun da önünde bir hayat, kurşuni tonlarında... Ama onunki oldukça bayat. Bardağına bakıyorum. Kırıkları ve çatlakları var; anlıyorum az kalmış kırılmasına hayatının. Gözlerini bana çeviriyor, “Hepsinin tadı aynı.” diyor. “Kaç hayat içmiş olabilir ki?” diyorum kendi kendime. Kaç hayat içmesine izin verebilir ki bu huysuz garson?

Gözümü usulca garsona çeviriyorum, göz göze gelmek istemiyorum onunla. Korkuyorum görmekten. Zaten onun da işi var, görüyorum. Elindeki boş şişelere, şu hani hayatın bardaktan önce içinde durduğu şişeler, isim yapıştırıyor ve altına birkaç not yazıyor, belki de hatıra. Sonra fark ediyorum masamda da bana ait bir şişe olduğunu ve her masada, her müşterinin önünde birer tane. İçleri dolu. Ve bütün masalar tek kişilik. Kiminin daha dolu şişesi, kimininse az kalmış. Onlarınkini görüyorum. Ne kadar kaldığını anlıyorum ama benimkine baktığımda, şişe saydamlıktan ibaret. Ne kalan, ne de giden belli.

Şişelerin hiçbirinde isim yok önce. Sonra iş bitip müşteri gittiğinde; garson şişeleri alıp üstlerine isimlerini yapıştırıyor. Ve onun altına da birkaç satırlık yazı. Beyaz kağıt üzerine…

Solumdan bir adam sataşıyor bana: “Şimdi mutlu musun?” Neden bunu sorduğunu anlayamıyorum. Belki de sarhoştur diye geçiriyorum içimden. Her şey olabilir hayatı içerken. Gökyüzü veya denizin her zaman aynı mavi olmaması gibi, bütün normallikler ve gariplikler mümkündür. Ya sorduğu o hep gri olan soru? Çünkü ne tamamen beyazdır mutluluk önümde, ne de siyah. Cevabı yok, bilmiyorum. İnsan her şeyi bilemez zaten, değil mi?

Çıkıp gideceğim az sonra karşıdaki kapıdan ve garson şişemin üzerine beyaz bir kağıt yapıştıracak; kağıt üstünde iki küçük söz, beni hatırlatması muhtemel. Ve hayatı bitirmiş olacağım sonucunda. İşte benim tek bildiğim bu!

Hadi geçelim bunları en başa dönelim. Unutun garsonu, şişeleri, beyaz kağıtları ve bütün renkleri… Hiç gelmedik varsayalım buraya. Size papatyalar topladım ben, siz bunları okurken. İlkbaharın ilk papatyaları bunlar. En böceksiz çiçekleri bunlar, doğanın bize armağan ettiği.

Bu papatyaları koyuyorum bitmiş bardağıma ve kalkıyorum. Hesap çoktan kapandı. Kapı gıcırtısı hani şu Amerikan filmlerinde olanlardan. Ve gülüşmeler, her kitaptan duyabileceğiniz. Dışarıya çıkıyorum, oyun bitti. Son bakış, garsonla göz göze çünkü artık korkum yok. Şişe garsonun elinde ve beyaz kağıtlar da.

“Gökyüzü artık mavi değil sana.”

0 ses çıkmış:

 

Term Life Insurance Quote