28 Nisan 2010 Çarşamba

Tuhaf Bulduklarım Dile Getiremediklerim (Deneme)

Tuhaf Bulduklarım Dile Getirmediklerim

1) Kahve Kokusu
Gece şu ya da bu nedenden ötürü çok geç yatmışsındır. Yarın okul yok ya, hayat çok daha rahat gelir. Yastık ve yorgan hafta içi her sabah acı çekerek bırakmak zorunda olduğun biricik can dostların gibi gelmemiştir. Güzel bir dergiyi karıştırmayı, görkemli bir kitabın içinde kaybolmayı ya da bol köpüklü tarçın aromalı bir bardak cappucino’yu uyumaya yeğlemişsindir.
Genellikle rüya görmezsin (Nadiren, bir şey hakkında haddinden fazla düşündüğünde birkaç anlamsız sahne görürsün yalnızca). Şu filmdeki İtalyan aktörün arkadaşının tavsiye ettiği gibi, yatmadan önce bol kahve içip rüyalar alemindeki gezintini dinç bir kafayla sürdürme fikri ilk duyduğun zamanki kadar saçma gelmiyordur artık, rüya görebilmek için böyle gerçekdışı bir çözüme bel bağlamaksa ne yazık ki hala ilk duyduğun zamanki kadar anlamsızdır.
Önceki günden sonra yüzüne bakılmamış masa saati, bu ilgisizliğinden intikam alırmışçasına sinirli sinirli çığlık atmaya başlayınca -2 metre ötesindeki sineği iki saniyede yakalayıp midesine indiren her zaman ihtiyar bir kurbağa gibi- atak birkaç kol hareketiyle mızmızı susturursun. Gözlerini açmazsın, hala birkaç tutam uykun olduğunu sevinçle fark edip yarım saat kadar daha uyursun.
Sonra annenin ya da babanın yaptığı telefon görüşmesiyle, alerjik kardeşinin bitmek tükenmek bilmeyen hapşırıklarıyla, alt kattaki sevimli bebeğin sevimsiz ıngalarıyla, yan sokakta devam etmekte olan bir başka apartman inşaatinden gelen makine sesleriyle, yürüyüşten gelmiş annenin ya da babanın çaldığı kapı ziliyle, kardeşinin bitmek tükenmek bilmeyen şarkı söylemeleriyle, … , ya da tiryaki annenin yaptığı Türk kahvesinin mis kokusuyla uyanırsın. Yatakta hafifçe doğrulup kurumuş gözlerini kırpıştırırsın. Kahve kokusu. Minyon, çıtı-pıtı ve hanım hanımcık kahve fincanı, bir bardak su ve annenin en sevdiği %70 oranında kakao içeren çikolatalar gözünün önüne gelir ve zamanda yolculuk yaparsın. İçinde bulunduğun o ılık ilkbahar gününe kadar içilmiş Türk kahveleri odanı baştan aşağı doldurur. Mutfaklarda, iki orta yaşlı bayanın dedikodu ya da dert ortakları olmuş fincanlar, melankolik genç bayanların batmakta olan güneşe bakarak tüttürdüğü sigaraların can dostları fincanlar, göbekli ve kel para babalarının şatafatlı toplantılarına eşlik eden ve şişko serçe parmaklarındaki siyah kare taşlı yüzükle çarpışıp duran fincanlar, siyah kare taşlı bir yüzük üzerinde çalışmakta olan ak saçlı gümüş ustasının dinlenmeye çekilip içinden yudum yudum keyif içtiği fincanlar. Genelkurmay başkanlarının, fırıncıların, devle memurlarının, sultanların, Rus turistlerin ve balıkçıların ellerinde fincanlar
ve geçen doğum gününde annene aldığın açık mavi fincan, annenin elindeki fincan.

2) Can Sıkıntısı
Yaşadıklarımız kenarda bir yerde şarkısını söylemekte olan saatin tik-taklarına benzediğinde, her an her yerde pusuda bekleyen monotoninin kurnaz tuzaklarından birine düştüğümüzde, yaptığımız şeyi yapmak zorunda olup yapmak istemediğimizde, aynı tonları aynı renkleri aynı sesleri aynı sırayla gözlemlemekten bıktığımızda, daha “ben” bile olamamışken “biz” olmak zorunda bırakıldığımızda ya da yalnızca anlamadığımızda.
Neyse ne, “neden”inden çok “niye”si beni ilgilendiriyor; hatta biraz umursamaz ve biraz aptal bir söyleyişle, “niyeeeeeeeee”si. Çünkü herkesi ilgilendiren budur, ben de herkesim. Rasyonalite ve determinizm kenarda pinekleyedursun, sen benim şu bitmek tükenmek bilmeyen meşguliyetimi mazur gör ve hemen, bir anda, en fazla 10 kelimelik bir cümleyle cevapla sorumu, gerisini okuyamam. Ben neden sıkılıyorum allahaşkına?
Abartılmış sıkıntı, çağımızın nevrozu. Herkesin bir sıkıntısı var, her tarafta yorgun yüzler ve bıkkın gülüşleriyle ufka dalmış iki büyük kare/güneş gözlükleri – evet dostum, yeni trend tam da bu.
3) Havaalanları
Masa başına oturtulmuş küçük çocuk, güneşte parıldayan uzun buğday tarlası saçlarını sallandırarak oyunlar oynuyordu. Kendi kendine mırıldandığı -neredeyse- her sözcük, küçük bir kafa hareketi ile tamamlanıyordu. Parlak, şeker pembesi renkli alt dudağı bir şey söylemediği zamanlarda bile aşağıya sarkıyordu. “Vuuuuuuuuuuuuv vuuuuuuuvvv” dedi, “eve giden bütün uçakların sayın yolcuları lütfen elime mum diksin.”
4) Nietzsche’nin Bıyıkları
“3 tip insan vardır”, dedi Otto Rank. “Bıyıksızlar, bıyıklılar ve Nietzsche bıyıklılar.”
***
Genç adam aynaya baktı. Yeşil kadife ceketi, aksi dedesinin armağanı cep saati ve sarı-koyu mavi desenli yeleğiyle hoş görünüyordu gerçekten. Kolonyasını süründü. Bakımlı ve tertipli saçlarını son defa gözden geçirdi. Ayakkabılarına baktı. Şu küçük toz taneciği de ortadan kaldırıldığında mükemmel olacaklardı. İşi bittiğinde yavaşça doğruldu, önceki gün çocukluk arkadaşlarıyla kriket oynarken incittiği beline fazla yüklenmek istemiyordu.
Kapıyı kilitledi ve sarmaşık desenli siyah demirlerine tutunarak dik merdivenlerden indi. Ayağındaki ayakkabılar mermerde kayıyordu, dikkatli olmak zorundaydı.
Serin bir bahar havası ortalığı sarmıştı. Erkenden yakılmış sokak lambaları şehrin yarım yamalak karanlığına melankolik bir hava veriyordu. Kısa bir yürüyüş yapıp bir cafeye oturdu.
Kalabalıktı. Kırmızı koltukların birinde oturan bayan gözüne çarptı. Elindeki ince uzun sigarayı kibarca üflüyordu, ya da sadece üflüyordu ve bu dünyanın en zarif işiymiş gibi görünüyordu.
Ceketini düzeltti. İçini çekti, bayanın yanına gitmeyi düşündü. Sonra vazgeçti, yanına gitse n’olacaktı ki? Az uzaktaki tahta masaya oturdu ve bir kahve söyledi.
Adamın hareketlerini göz ucuyla inceleyen kadın yavaşça yerinden kalktı. Tak-tak-tak-tak-tak seslerini duyan adam heyecanlandı.
Masaya eğilen kadının dediklerini dinlemeden önüne çektiği peçeteye bir şeyler yazıp ona uzattı.
“Üzgünüm bayan, tek kelime edersem bıyıklarım boğazıma dolup beni boğacak.”
Bozulan kadının tataktataktatatak’larını duydu. Acı acı gülümsedi. Cebinden çıkardığı tarakla bıyıklarını taradı ve kahvesinden bir yudum aldı.

0 ses çıkmış:

 

Term Life Insurance Quote