28 Nisan 2010 Çarşamba

Sansür (Dosya Konusu)



Kitapların yakıldığı yerde, sıra insanlara da gelecektir. Heinrich Heine


Ülkemizde sansür konusu en çok internet yasaklarıyla gündeme gelse de müzikten edebiyata, televizyondan radyoya uzanan çok geniş bir yelpazede, bizim ilk algıladığımız anlamıyla bir sansür uygulanmakta. Kısaca tanımlamak gerekirse, sansürün bir ön denetleme mekanizması olduğu söylenebilir; yani kastedilen, ürün tüketiciye ulaşmadan önce çeşitli sebeplere dayandırarak içerikte kısıtlamalara gitmek. Baktığımız zaman bu işle ilgilenen çeşitli devlet kurumlarına ya da şirketlerin, kendi içinde bir otosansür mekanizmasına rastlıyoruz. Kabaca politik, ahlaki, dinsel ve akademik sebeplere bağlayabileceğimiz -bağlayabildikleri- denetleme çeşitleri yine bu alandaki otoritelerin konumunu sağlamlaştırma amacı da güder elbette. Örnek olarak Katolik kilisesinin yasaklı kitaplar listesini ya da padişahların, çizgiyi aşan (Şarapla aşk arasındaki ince çizgi olsa gerek…) şairleri ölüme mahkum etmesini gösterebiliriz.

İşte bu noktaya dikkat ettiğimizde sansürün, özünde tarih boyunca birtakım sınıf veya zümrelerin çıkarlarını korumak için kullanılan politik bir araç olduğunu fark ediyoruz. Hannah Arendt, bir makalesinde totalitarizmin asli iki özelliğini evrensel geçerlilik iddiası ve keyfiyet olarak saptar. Yani, iktidarı elinde bulunduranlar, birtakım mutlak doğrulara, değişmez olduğunu iddia ettikleri absolülere ulaşır ve aslında politikalarına göre bunları keyfi bir şekilde sık sık “günceller”. İşte, sansür tam da bu noktada devreye girerek önceki mutlak-bellenmiş- doğruları yasaklayarak unutturur ve tüm güç, tek elde toplandığı için buna karşı çıkacak bir oluşuma da izin verilmez. Sonuç, parti ya da diktatör politikasının sorgulanmaksızın kabul edilmesidir ve demokrasi de farkını işte burada göstermelidir; zira denetlenmesi gereken bilgi ve ifade özgürlüğü değil, aksine kurumlara verilmiş olan güçtür. Bakın John F. Kennedy bunu nasıl açıklamış: “Biz Amerika halkını nahoş olgulara, yabancı fikirlere, alışılmadık felsefelere ve yeni değerlere emanet etmekten korkmuyoruz; çünkü, açık ekonomide kendi insanlarının, doğru ve yanlışı yargılamasına izin vermeyen bir ulus, denebilir ki kendi halkından korkmaktadır.”

Aslında sansür, kaynağını ilkel toplumlardan beri var olagelen tabulardan alır. Gelişimini tamamlamamış bir toplumda; tabulaşmış, zarar verilmesi kesin bir şekilde yasaklanmış değerlere en ufak bir tehdit hissedildiğinde insanlar harekete geçecektir. Bu nedenle statükoyu, yerleştirilmiş kültür ve ahlak değerlerini korumanın en açık yollarından biri de pek çok rejim için sansür mekanizmaları olmuştur. Tabulaşan değerler hedef gösterilerek halkın desteği de alındığında bu gücün önünde duracak bir mantık kalmaz.

Peki, gerçekten de denildiği gibi sürekli gelişen, durmaksızın ilerleyen bir dünyada yaşıyorsak sanata, bilime ve en saf haliyle topluma; belli değer yargılarını, çıkarlara göre şekillenmiş ahlak ilkelerini normlaştırarak dayatmak mümkün müdür; en başta da etik midir? Çizginin dışındaki sesi bertaraf ederek susturmak, algıyı kontrol etmek ne zamandan beri süregelmiş; geçmişte, bu fenomen nasıl ilerlemiştir? En önemlisi de; sansürü sansürlemek, mümkün müdür?

ÇOK UZUN ZAMAN ÖNCE, AYNI EVRENDE

“Sansür, bir toplumun kendine olan güvensizliğini yansıtır ve otoriter rejimlerin belirgin bir özelliğidir.” Potter Stewart


Sansür bizim topraklara resmen 19. yüzyılda Matbuat Nizamnamesi ile uğrasa da ifade özgürlüğü kavramının Antik Yunan devletlerinde bile tartışıldığını düşünürsek bu gerçeğin insanlık tarihiyle iç içe olduğunu, Osmanlı’nın da bu yarışta pek geride durmadığını görürüz.

Sokrates’in idamıyla aslında düşünce tarihinin bir yüzyıl geriye gittiği söylenebilir, belki de Platon politik ve dini tartışmalara belli sınıfsal sınırlamalar getirirken onun ölümünü de bir yerde meşru kılıyordu. Roma’daysa sağ olsun İmparator Augustus’un vatanseverlik ve yüce ahlaki değerler (!) için ortaya koyduğu çabalar, atadığı censor’lar onu boşa çıkarmayıp müthiş bir fişleme ve denetleme tiranlığı kurdu.

Çağlar boyunca din ile otoritenin iç içe geçmiş kurumlar olduğunu göz önüne aldığımızda da akla elbette ki ilk olarak kilise geliyor. Engizisyonda yargılanmış Galileo, Joan D’arc, Thomas More gibi ünlü isimlerin yanında Kepler gibi bazı bilgin ve muhaliflere yapılan tacizler, sapkınlıkla suçlananlara işlenen zulüm- Müslüman ağırlıklı olsa da- bizim toplumumuzun kolektif bilinçaltında dahi derin bir yer tutuyor. Index Librorum Prohibitorum (Yasaklanmış Kitaplar Listesi) gibi bir listenin varlığı dahi aslında sansürü ve sakıncalarını en açık gösteren kanıt. Bu listenin keyfiyeti Victor Hugo, Andre Gide ve John Milton gibi isimleri barındırmasına rağmen Mein Kampf’a herhangi bir şekilde yer vermemesinden de anlaşılabilir sanırım.

Aydınlanma Çağı ile yükselen bireycilik anlayışı ise ilk meyvelerini İskandinav ülkelerinde vererek ifade ve basın özgürlüğünü yasalarla garanti altına almaya çalıştı. Fransız İhtilali sonrası oluşturulan yasadaki “Düşünce ve ifadenin serbest iletimi insanlığın en değerli haklarındandır; her vatandaş, bu nedenle özgür yazma, konuşma ve yayınlama özgürlüğüne sahiptir.” maddesi de atılan adımları gösteriyor. Takip eden yıllarda ABD ve İngiltere de basın özgürlüğünü kesin bir şekilde koruma altına almaya çalışsa da dünyanın geri kalanında işler hala iyi gitmiyordu. Özellikle bu büyük güçlerin koloni bölgelerinde yoğun bir denetim çok uzun bir süre boyunca devam edecekti ve tüm gelişmelere rağmen sansür kurumu-insanlığın gelişimi palavrasını boşa çıkararak-, 2010 yılına kadar tüm haşmetiyle ayakta kalmayı başardı.

TÜRKİYE’DE YASALAR VE SANSÜR

Alpay Kabacalı, “Sansür dogmacılıkla, dinsel yetkenin düşünce yasakçılığıyla başlıyor.” derken haklısıyla bizde de bu çeşit bir denetlemenin daha çok şeyhülislam fetvalarıyla yürütüldüğünü söyleyebiliriz. Gerçek bir sansür kurulundan ancak 19. yüzyılda bahsedebilsek de “kitapların derhal toplatılıp okuyanların tez elden cezalandırılması” şeklindeki emirlere Osmanlı tebaası pek de yabancı sayılmazdı.

1864’te, iş resmiyet kazanarak Matbuat Nizamnamesi adında bir tüzükle basılı yayın çıkarmak izne bağlandı. Sansürün de ötesinde, gerekli görüldüğü takdirde hükümet istediği yayın organlarını kapatabiliyordu. “Kızıl Sultan” II. Abdülhamid ise tahta geçtikten sonra Encümen-i Teftiş ve Muayene’ye eserler yayınlanmadan önce içeriği denetleme yetkisi verdi. “Hükümdar ve ailesini, nazılarını tahkir, dost devletlere ve bunların temsilcilerine karşı yayın” gibi nitelikler açısından siyasal uygunluk, gazetelerde sansür nedeniyle yazıların kimi kısımlarının boş bırakılmasına neden oldu. Sonuçta, baskı rejimi şiddetini bu daire aracılığıyla arttırarak yükselecekti.

1908’de II. Meşrutiyet ile şaşırtıcı bir gelişme olarak "hiçbir veçhile kablettab'ı teftiş ve muayeneye tabi tutulmaz" emri anayasada yer bulurken 1914’te karanlık çağ tekrar başladı; 1919-1923 evresinde sıkıyönetim hali tüm yayınları kapsayacak şekilde genişletilecekti. TC ise başlangıçta Kanun-i Esasi yolunu izlese de çok geçmeden Takrir-i Sükun’u yayınlayarak sansürlenen kimi yazarları İstiklal Mahkemeleri’nde yargılamıştır. Müteakip “çağdaşlaşma” döneminde tek partinin baskıcı zihniyeti devam eder, 1945’e kadar belli bir süre için kapatılan yayınların haddi hesabı yoktur. Bu zihniyeti de en iyi, dönemin başvekili Saraçoğlu açıklar: "Ben sansür koymam, Anayasa'nın dışına çıkmam. Fakat haddinizi bileceksiniz, bunu aşmayacaksınız, aşarsanız cezanızı göreceksiniz(!)" Bu sırada en büyük baskıyı da sol içerikli yayın ve kurumların gördüğü söylenebilir.

Demokrat dönemdeyse, muhalif mizah dergilerine bile yönelen bir ceza mantığı görüyoruz. 6-7 Eylül Olayları’nı takip eden günlerde kurulan “Tahkikat Komisyonu”ysa muazzam yetkileriyle yeni bir devir başlattı; öyle ki DP’nin son dönemlerinde işin boyutu tahayyül sınırlarını zorluyordu.

Darbe sonrası 61 anayasasında ifade özgürlüğü görünüş itibariyle tekrar güvence altına alınsa da tutuklamalar ve yasaklar devam etti. Aziz Nesin gibi aydınların evi defalarca arandı.

Kısır döngü genişleyerek sürdü ve 12 Mart 1971’de asker, tekrar siyasete müdahale ederek kendi sıkıyönetim halini oluşturdu. Sayısız gazeteci işkence gördü, cadı avını aratmayacak bir zihniyetle on binlerce kitap toplatılıp yakıldı. Fakir Baykurt, bu dönemi şu sözlerle özetliyordu: “Liste yapsak o listelerden bir kitap olur, onu da yasaklarlar(!)”

Sıkıldınız muhtemelen, ama olay 80’lerden günümüze dek devam etti. Darbenin ardından 79 ton yayın toplatılarak yakıldı! (Zehirli dumanları hala Türkiye’nin havasında dolaşıyor olsa gerek, düşündükçe öksürük krizi geçiriyorum.) Birkaç yıl sonra çıkartılan Olağan Hal Yasası’ysa yayınları izne bağlayarak bir çeşit ön sansür kurumu oluşturdu. 1990 Sansür Kararnamesi’yle çoğu siyasi nedenlerle bu tip olaylar devam etti; cinsel niteliği nedeniyle yasaklanan kitaplar, Türklük aleyhine işlenen suçlardan dava edilen yazarlar, bir gece ansızın yasaklanan siteler…

OTOSANSÜR

Bizim memlekette göte göt denir. Can Yücel

Göt yazdığımda Microsoft Word beni usulca uyarıyor, argo veya kaba sözcük…

Şirket zihniyeti ve devlet eliyle yapılan sansürün de ötesinde çok daha korkutucu bir olgu var aslında, içten kaynaklı, kişinin kendini sınırlamasını bekleyen otosansür duygusu. Halbuki söyleyeceği her sözden kaygı duyan insan hiç nitelikli bir yaratıcılık koyabilir mi ortaya?

Adeta hapishanedeki bir Mektup İnceleme Komitesi’nin belirsiz varlığı gibi bizi sınırlayan maddi manevi, mali etmenler; ideolojik, dini tabular; toplumsal ve harici ahlak yargıları sebebiyle sanatçının kendini durdurmasıdır otosansür. Göze batmaktan korkup eserini sönükleştirmek pahasına da olsa geri çekilmek, birilerine yaranmak için kendi değerlerinden vazgeçmektir. Varolmamayı seçmektir.

Azınlık gazeteleri devasa basın holdinglerinin saldırısından kaçınmak için geride dururken, geçtiğimiz günlerde, Sabah’ta yaşanmış olayların içyüzünü öğrendiğimizde anladığımız gibi editörlerin kurumsal kaygıları da otosansüre yol açabiliyor. Bu kavramın otodenetimden farkıysa özyönetime ve olumlu bir gazeteciliğe yönelmekten ziyade Süleyman İrvan’ın deyişiyle “yazılması gerekeni yazmamak” olması. Ulusal çıkarlar ve toplumsal kaygılar gibi caydırıcı etmenler burada devreye girerek “Orada dur arkadaş!” diye fısıldıyor kulağımıza, bizim ülkemizde de bu ses, genelde kışladan yükseliyor. Demilitarizasyonu geciktirme, itaat kültürünü alttan alta aşılamaksa otosansürün görünmez yüzü.

İşin özü, otosansür kendini her zaman haklı çıkarabilecek iki yüzlülükte ve istenirse, meşru göstermekte hiç de zorlanılmayacak bir göz yummacılıkta ilerleyen sinsi bir gölge, neredeyse efsaneleşip içi boşalarak unutulmuş, yılankavi bir figür. Normlaşmaya karşı durmak, Hrant Dink’in deyimiyle gerçek bir demokrasiye doğru kulaç atmak içinse önce kendi içimizdeki otosansürü tartışarak, düşünerek, karar vererek yıkmak gerekiyor.

SANSÜR, MÜZİK VE İNTERNET
 
Damon Albarn, otosansüre de atıfta bulunarak “Gerçek sansür günlük hayatta bizim farkında olmadığımız bir şeydir, sistemin içselleştirilmiş bir yanıdır. Müziğin ekonomiyle bu kadar yakın ilişki içerisinde olmasının sonucunda insanların kendi kendilerini sansür etmesidir.” der. Devletin, şirketlerin müziğe bizimkinde olduğu kadar karıştığı ülke de azdır herhalde.

Her şey 1934’te başlıyor aslında. Dönemin İçişleri Bakanı Şükrü Kaya, Mustafa Kemal’in emri ve desteğiyle radyolarda alaturka müziğin çalınmasını yasaklıyor. Yani meydanda birlikte söylenen türkü, kıraathanede çalınmayacak! Batılılaşmanın baş döndürücü şekilciliği ve Türk İnkılabı’nın jakobenci yapısı- bilmiyorum fazla kesin ve sert bir yargı mı olacak ama- ilk kez bu denli şiddetli bir Garp – Şark tartışmasına yol açıyor. Toplumu şekillendirmek amacıyla uygulanan sansüre Cemal Reşit Rey nüktedan bir tavırla “Dağda türkü söylemek isteyen çoban, köyünden başkasına ‘şu kısmı da sen söyle’ mi diyecek?” şeklinde bir cevap verse de tartışmalar kısa zamanda kesiliyor ve işe bakın ki böyle bir hatadan ancak 8 ay sonra dönülüyor!

İşte bu olay, hangi değeri yücelttiği belirsiz elitist geleneğin hakim olacağı tehlikeli bir dönemin de habercisi aslında. Benzer gerekçelere dayanarak uzun yıllar özellikle Kürtçe şarkı söylemek isteyen sanatçılara baskı uygulandı. Grup Yorum ve Selda Bağcan toplanan kasetlerini, basılan konserlerini teker teker anlattığı röportajlarında bu yaraya parmak basmıştır. Nice yorgun demokrat sürgüne gönderilirken yüzlerce albüm “Yasaklı İsimler” listelerinde yer aldı.

Aslında tüm ideolojik kaygıların ötesinde bu konu ekonomik bir projeksiyona da yatırılabilir. Müzik, sanatın en popüler ifadesi ve bu açıdan da güçlü bir meta, büyük bir pazar. Müziğin tüketiciye göre şekillenmesi, sanat ve piyasa arası uzlaşma, daha da kötüsü sanatçının eserine yabancılaşmasıysa en azından şahsen bildiğim tüm etik değerlere aykırı aslında. Semih Gümüş “… klasik deyişle, eser sahibi dediğimiz artık müziği yaratan değil, pazarlayan.” derken de muhtemelen bu tehlikeye işaret ediyor.

Buna rağmen günümüzde artan imkanlarla sanatçıların aracıları ortadan kaldırarak doğrudan dinleyicilere ulaşma fırsatı bulduğunu söyleyebiliriz, en azından dünya standartlarında! Ne var ki geçtiğimiz yıl MÜYAP (Müzik Yapımcılar Birliği) isimli kuruluş, sanatçıları tekelinde toplamak, kendi ayakları üstünde durmaya çalışan müzisyenleri kendi pençelerine sıkıştırmak niyetiyle telif haklarını bahane göstererek internette müthiş bir temizliğe başladı. Yalnızca korsan mp3 siteleri değil sanatçıların onayıyla hizmet veren Last.fm, Myspace gibi siteler ve hatta Youtube’daki birçok klip de bu kurum nedeniyle davalık oldu ve yasal olan, yasaklandı. Artık miatlarının dolduğunu kabul edip müzik endüstrisinin yeni dalgasına uyum sağlamak yerine set çekmeye çalışma politikalarıysa şüphesiz iktidarla iyi geçindikleri süre kadar devam edebilecek; unutulmamalı ki yarış atının ayağı kırıldığında kasap, hiç beklenilmeden aranır.

Üstelik müzik konusunda şaşırtıcı bir gerçek de basın konusunda yeterince hassas olduğu söylenebilecek ABD’nin dahi, iş sinema ve müzik gibi popüler alanlara geldiğinde RIAA, MPAA veya PMRC benzeri denetleme ve koruma kurumlarına sanat eserlerini “müstehcen, politik açıdan zararlı” (explicit) olarak nitelendirme hakkını tanıması. Bu hegemonya, elbette sanatçıların üstünde kurduğu bir baskıyla otosansürü de beraberinde getiriyor; dalga-yosun meselesi. Sonuçta müzisyen, şarkısına Amerika toplumunun çürümüşlüğünden, hissettiği üslupta dem vuracakken durup düşünmek zorunda hissediyor; zira albümüne bir yaş sınırı konursa satışının düşeceğini biliyor. Yani gönderilen mesaj yine Semih Gümüş’ün belirtmesiyle “Bu ülkede kontrolümüzden geçmemiş, onayımızı almamış (ve bizim üstünden nemalanmadığımız) tek bir nota duyulmayacak.” aslında.

Müzik oligarşisini yıkıp sanatçıyı üstündeki tahakkümden, dinleyiciyle doğal bağını kan emici parazitlerden kurtarmanın tek yoluysa tam anlamıyla bağımsız, özgür bir anlayışı teşvik etmekten geçiyor. Sanatın endüstrileşip makine üretimine geçmesine karşı tavır alan grupların başındaysa belki de Zardanadam geliyor. Herkesten onların radikal duruşunu beklemek haksızlık olur fakat albümlerini dinleyiciyle ücretsiz paylaşıp masraflarını konser gelirlerinden karşılamaları elbette ki takdire şayan bir direniş. Bir söyleşide dedikleri gibi “Sanatın serbest dolaşımı ve özgür paylaşımı, kültürü endüstriyel bir ürün olmaktan çıkarıp insanlığın ortak zenginliği yapma çabası olarak da görülebilir.”se eğer…

SONUÇ

Bu ülke topraklarında RTÜK’ün, askeri yönetimlerin uyguladığı denetime; gazetelerimizde halen uygulanan otosansüre, toplanan albümlere, dağıtılan konserlere, “askıya alınan” tiyatro oyunlarına ve hatta makinistin elle sansürlediği öpüşme sansürlerine daha sayfalarca ağıt yakılabilir. Ne var ki özgür ve bağımsız zihinler için bizim ihtiyacımız olan her şeyden önce etkili bir kamuoyu oluşturmak, zira Hrant Dink’in yazdığı gibi “Demokrasi zorla dayatılacak, ihraç ya da ithal edilecek bir değer değil, her toplumun kendi içerisinde, iç dinamizminden üretilebilecek bir toplumsal yaşam biçimidir.” İnsanlığın evrensel değerlini benimseyip demokrasi mücadelesini önce kendi içimizdeki sınırları kaldırarak vermekte kararlıysak sansürden her anlamıyla kurtulmamız gerekiyor ve bu sadece yasaları değiştirip, MÜYAP’ı protesto etmekle oldu-bitti, kestik-attık’a getirilebilecek bir savaş değil. Sansür, ne toplumdan, ne de kolektif bilinçaltı ve Zeitgeist’tan (dönemin ruhu) bağımsız bir olgu; hayatımıza, bilincimize işleyip her tarafımızı kuşatmış bir ahtapot. İnsanların kendi eserlerini budama gereği hissetmeden, önce bu kollarla “ciddi bir mizah” yardımıyla boğuşması şu noktada ezber bozmanın tek yolu gibi görünüyor.

KUTULAR

Freemuse
Tüm dünyada sansürlenmiş müzisyenlerin dertlerini dile getirip pek çok ülkede yürüttüğü kampanya, verdiği konferanslarla müthiş bir organizasyon olan Freemuse 2010 İfade Özgürlüğü Ödülü’nü de ülkemiz protest sanatçılarından Ferhat Tunç’a verdi. Sitede Bob Dylan’dan İsmail Türüt’e dek sansürlenmiş müzisyenlerin listesi bulunuyor.

Sansüre sansür untitled-2 görseli
Hayır, burada kast ettiğim olumlu bir hareket olarak sansüre sansür değil; aksine geçen yılki IMF toplantılarında yapıldığı gibi Şark kurnazlığıyla çevre bilgisayarların IP’leriyle oynanarak Youtube’a erişim izni sağlanması! Tehcir döneminde İslam’ı zorla seçtikten sonra kiliselerinden olan Ermeni’lere, nasıl Sevr vesilesiyle gelen müfettişlerin gözünü boyamak için mülkleri ve kimlikleri alelacele geri verilmişse iş batıyı etkilemeye gelince anlayış, 100 yıl sonra da değişmiyor. Halbuki onlara yaranmamız değil, sundukları değerlerden yararlanmamız gerekirdi.

Richard Dawkins ve Erişim Yasağı richarddawkinsa3 görselinde BANNED IN TURKEY kısmı
Evrimle ilgili görüşleriyle günümüzde çok geniş bir kitleye hitap eden zoolog yazarın Türkiye’yle yaşadığı ilk problem değil bu aslında; Tübitak Yayınları’ndan çıkan The Selfish Gene (Gen Bencildir) kitabı da 90’larda toplatılmış, piyasadan çekilmişti. Dawkins, internet sitesine erişim yasağının engellenmesiniyse ana sayfadaki kocaman bir “BANNED IN TURKEY” yazısıyla tüm dünyaya duyurarak yüzümüzü kızarttı. Belki de en iyisini yaptı, bu yaşadıklarımızın dünyaca bilinmesi gerek ki bizim gösteremediğimiz tepkiyi internet kullanıcıları göstersin.

0 ses çıkmış:

 

Term Life Insurance Quote