28 Nisan 2010 Çarşamba

Distopya Edebiyatı (Karşılaştırma)




Mutluluğun yüce bir yanı yoktur

Geçen sayıda, ütopyalarla ilgili yazısının giriş kısmında “Mütecessis” de distopyalara kısaca değinmişti. Hatırlayacağınız üzere anti-ütopik bu eserler ulaşılmak istenen o ideal toplumun tam tersi bir portreyi aslında oldukça da korkutucu bir temayla işler. “Olmayan, fakat arzulanan yerlerden” gittikçe uzaklaşmamıza inat günümüz toplumlarında distopik kehanetlerin birer birer gerçekleştiğini görmek ise durumun vahimliğini ortaya koymaktadır zaten. Yine de bu yazıda dikkatinizi çekmek istediğim ilk noktalardan biri ütopya ve distopyalar arasındaki çizginin aslında ne kadar belirsiz olduğu ve yüzeydeki tozları üfleyince elimizde aynı prensiplerin kaldığı gerçeği.

En başta genel bir portre çizmek istersek ütopya literatürü genellikle kolektif, mülksüz bir toplumdan bahsederken bunu artmış bir refah seviyesi, mükemmel bir işbölümü ve tam gönüllülük esasına dayandırarak yapar. Yani, tek tek bireylerin mutluluğunu sağlayan bir sistem yeterince mükemmel kabul edilir. Halbuki belirli rolleri oynayan özgür bireyler olarak insanların oluşturduğu topluluk aslında bir karınca kolonisine ne kadar yakındır ve genel kanının aksine, bu eserlerden çıkarılacak ders, toplum refahını, insanların memnunluğunu (!) arttırmaktan ziyade gerçek özgürlüğe ulaşmanın denemeye değer bir amaç olduğudur. Zira bu hataya düştüğümüzde, kurguladığımız ütopyanın aslında tam anlamıyla bir distopyaya dönüştüğünü anlarız. İşte bunun için de distopyaların genel özelliklerine değinip aradaki bağlantıyı kurmak; objektif bir bakış açısını, bağımsız bir sentezi yakalamanın tek yoludur.

Biz – Yevgeniy Zamyatin

Kişisel tecrübelerime dayanarak konuşuyorum ki yakın zamana kadar ulaşılması zor kitaplardan biriydi Biz, bu nedenle bu yazıda da geniş kitlelerce daha iyi bilinen distopya örneklerini irdelemeye karar verdim ki ortak özellikleri daha somut bir şekilde açıklayabileyim.

Fakat hepsinden önce Biz’e değinmek gerek, zira her şey onunla başladı.

Cesur Yeni Dünya (CYD) 1932’de, Orwell’ın eseri 1949’da ve Fahrenheit 451 ise ta 1953’de basılırken Zamyatin 1920 yılında Biz’i yazıp dört yıl içinde yayınlama cesaretini gösterdi.

Totaliter bir rejim altında isimlerin yerine kendilerine verilen sayılarla yaşayan insanların anlatıldığı Biz, aslında diğer distopyaların yolunu da boğucu atmosferiyle açıyordu. Bürokrasinin ve teknolojinin boyunduruğu altında “bizleştirilmiş” bir toplumu en radikal hatlarıyla incelerken Zamyatin, hapiste geçirdiği zamandan da yararlanmış olmalı. Kaldı ki kitabın havası- belki de türün örnekleri arasında ilk olmanın da verdiği etkiyle- en vurucu dokunuşlara sahip. Herkesin ortak bir amaç uğruna çalıştığı, tek bir doğrunun dışına çıkanların hain, yönetimin belirlediği dışında bir gelecek hayali olanların suçlu olduğu ve cinselliğin bir “mumsöndü” saati olarak yaşandığı bir toplum burada anlatılan. Kitabın, yazıldığı ülke olan Rusya’da ancak 1988 yılında yayınlanmasıysa içinde barındırdığı bu keskin uyarıların en net göstergesi olsa gerek.

Cesur Yeni Dünya – Aldous Huxley

Kimilerine göre bir çeviri yanlışı; “brave” kelimesi burada harika anlamını karşılıyor; üstelik karşımızdaki, o kadar da “yeni” bir dünya değil aslında.

Temelde her şey Henry Ford’un ilk olarak seri araba üretimine geçmesiyle başlıyor,  “Lord” yerine “Ford” kullanılması bu yüzden ve aynı nedenden de yıllar FÖ-FS olarak adlandırılmış.

Tıpkı Ford’un fabrikasındaki üretim prensipleri gibi toplum mühendisliğinin de gelişmesiyle aile kurumunun ortadan kaldırılıp -sınıf farklarını yok etmek yerine - insanların bu ayrımı kabullenmelerini sağlayan bir şartlandırma sistemi daha bebeklerin doğumundan önce yürürlüğe konuyor. Her bireyin sınıfı, meziyetleri şişelerde belirlenirken herkes dünyaya geldikten sonra sınıfları ne olursa olsun bundan gurur ve mutluluk duyması için yetiştiriliyor. Bu açıdan bakıldığında uyuşturulmuş olsalar da toplumun her tabakasına yayılmış bir mutluluk dalgasından bahsedilebilir.

Cinsellik tamamen özgür bırakılmış... Teknolojinin imkanlarıyla tüm duyulara hitap eden sinemalar, orgazm etkisi yaratan sakızlar, tüketim hastalığı dışındaki hastalıklardan arınmış bir sağlık sistemi derken neredeyse sorunsuz bir sisteme; müthiş bir refaha ulaşılmış. Üstelik belki de en çarpıcı detay olan soma isimli uyuşturucunun etkisiyle de insanların tatlı gündüz düşlerine dalıp sanal tatillere çıkmaları günlük hayatın bir parçası haline geldiğinden buradaki “uygar” insanların durup ne yaptıklarını düşünecek bir zamanları yok. Ne de olsa mutlular, ne de olsa herkes birbiri için var ve ne de olsa hepsi “normal”.

1984 – George Orwell

SAVAŞ BARIŞTIR
ÖZGÜRLÜK KÖLELİKTİR
BİLGİSİZLİK KUVVETTİR

Diye yazar Okyanusya’nın bakanlıklarında, İngsos’u (Yenikonuş’ta İngiliz Sosyalizm’i demek..) açıklayan üç temel prensip de bunlardır zaten. Tek partinin mutlak hükümranlığı altında yaşayan ve çoğunluğunu acınası durumdaki proleteryanın oluşturduğu 1984 toplumunda, totaliterizmin tüm şiddetini görürüz. Aslında sosyalizm öz itibariyle bir geçiş evresi olarak proleterya diktatoryasını öngörse de Büyük Birader’in kurduğu düzen, Büyük Birader’in kendisi, gerçekte bu insanları korku egzersizleri ve sürekli bir düşman tehdidiyle uyanık tutmak yönünde bir sistemdir; insanlar uyumaya fırsat bulamadıklarından düşleyemezler, ne var ki hala bir geçiş evresinde olduklarından hatırlayabilirler yalnızca. Belirsiz bir geçmişi, eski bir tekerlemeyi, özgürlüğün ekşi tadını…

Ağır bir SSCB eleştirisi ilk bakışta göze çarpar; hatta Orwell’in bir CIA ajanı olduğu söylentileri de hala dolaşmakta, 1984’ün aslında kapitalizmin bayrağını sallayan bir propaganda aracı olduğu kulaktan kulağa yayılmaktadır. Ne var ki günümüzde bu parlak, kapitalist toplumların dahi kitapta çizilen portreye gittikçe yaklaşması akılda soru işaretleri bırakır. Öyle ki 1984’te insanlar sürekli olarak çift taraflı televizyonlar ve sokaklardaki alıcılarla izlenmektedir ve bilin bakalım bugün, yine hangi ülkede 14 kişiye bir güvenlik kamerası düşmekte?

1984’te insanların zihin hayatı Yenikonuş’un sınırlandırılmış dağarcığıyla basite indirgenmekte, yukarıda bahsettiğim türden önlemlerle de 24 saat boyunca kontrol edilmektedir. Üstelik Orwell’a göre bu sistem o kadar gelişmiştir ki aklınızdan geçen bir fikrin yüzünüze yansımasını bile okuyacak uzmanlar vardır. Ayrıca Çiftdüşün ile yaratılan kavram karmaşasıyla Barış Bakanlığı’nın savaş ile ilgili işlere bakması gibi çelişkiler yerini anlamsızlığa, daha da kötüsü boş vermişliğe bırakır. Sorgulayacak insan yoktur ve Büyük Birader isterse, 2+2 de elbette 5 edebilir. Ne de olsa- Mao’nun dediği gibi- en güzel şiirler, boş kağıda yazılacaktır!

Cesur Yeni Dünya vs. 1984

Ayn Rand’ın açıkça Biz’i taklit edip kendince bir çözüm getirdiği Anthem, kurgusunu çok zayıf bulduğum Fahrenheit 451 gibi diğer distopyaları bir kenara bırakıp Cesur Yeni Dünya ve 1984’e yoğunlaşmak istiyorum izninizle.

Şahsi kanaatime göre bu iki eserin arasındaki en açık fark Aldous Huxley’nin yönetilenlerin mazoşistliğine yaptığı vurguya karşılık 1984’te, yönetenlerin sadistliğinin öne çıkmasıdır ve bu anlamda incelediğimizde, Cesur Yeni Dünya bir hedonist için açıkça cennet iken Hitler’inse, Parti’nin başına geçmesi kendisini pek memnun edecektir.

Yine bu tespite bağlı olarak konuşursak 1984’te katı bir totaliterizmin sindirici politikasına rastlar, bir korku imparatorluğunun içine düşerken Cesur Yeni Dünya’da envai çeşit zevk ve enformasyon ile uyutulmuş yığınlarla karşılaşırız. Orwell çalışmasını, faşizmin neredeyse tüm özelliklerini gösteren bir rejimde basının, güvenlik güçlerinin, hatta insanların sahibi olan bir parti üstünden yürütür; insanlar parti, parti halktır. Eğer öyle bir şey varsa; insan doğasını, hümanist özü de şekillendiren bir yönetimdir bu; üstelik her şeyi onların iyiliği için yaptığına inandıracak kadar da laf yapar zehirli dili Sözde düşman olarak lanse edilen ülkelerin aralıksız saldırılarına dair sahte haberler insanları partiye ihtiyaçları olduğuna inandırmaya yeter. Sahip oldukları sefil yaşam koşullarına rağmen belirli dönemlerde Bolluk Bakanlığı’nın ülkenin şimdi ne kadar da iyi yönetildiğinde dair yayınladığı istatistikleri televizyondan dinlerken halk, gerçekleri göremez. Parti, o kadar planlıdır ki kitlelerin nefretini kendi yarattığı devrimci bir lidere yöneltir, onu besler; toplu katılımın zorunlu olduğu öfke seanslarıyla da insanların şiddet açlığını giderir. Bilirler ki Büyük Birader’in gözü üstlerindedir ve söz konusu partiyken gerisi teferruattır.

Cesur Yeni Dünya’yaysa kabaca bir distopya demek daha zor, Biz’le başlayan gelenek doğrultusunda baskıcı bir rejimin izlerine kitap boyunca rastlamıyoruz bile neredeyse; yöneten, gizli bir el daha doğrusu yalanlarını fısıldayan, görünmez bir ses var. Yukarıda da değindiğim gibi burada insanlar, şişelerinden çıktığı günden itibaren bireysel mutluluklarıyla uyutulmuş, memnuniyetleri için ikna edilip şartlandırılmış. Alfa, beta, epsilon gibi sınıflar doğumlarından önce belirlendiğinden bir şablon hayatı yaşamaktalar ve bundan da sonuna kadar gurur duyuyorlar; diğer sınıftakiler için kibirli bir alfa ya da aşağılık bir epsilon olsalar bile! Basit bir Üç S kuralı çıkartmak gerekirse “sınıf, soma, seks” üçgeni bu insanların tüm uğraşı. 1984’te devrimci gücü tetikleyecek bir unsur olarak görülen cinselliğin Huxley’nin gözünde en iyi uyuşturucu olması da yine yazarların görüş farklılıklarını yansıtan net ayrımlardan.

Bunlara ek olarak televizyonun iki kitapta da derin bir rol oynadığını görebiliriz. Yazıldığı yıla bakılınca CYD’de bu kadar çok sayıda, kişilerin emrine amade televizyonun bulunması yine Huxley’nin ileri görüşlülüğüne bağlanabilir belki. Benim burada değinmek istediğim noktaysa 1984’te kapatılması mümkün olmayan, üstelik bir gözetleme aracı olarak da kullanılan çift yönlü iletişim araçlarının yerine CYD’de eve gider gitmez alınan bir somayla birlikte açılan televizyonlar var. Gönüllü köleliğin zincirini boyunlarına, her gün kendi elleriyle takan insan psikolojisini burada da görüyoruz.

Tektipleştirme ve standardizasyonun iki kitaba da hakim tema olduğu aşikar. Yine benim fikrime göre 1984’te SSCB tarzında bir süreç anlatılırken Cesur Yeni Dünya, Amerikan tipi bireyciliğinin aslında ne kadar da “normal” olduğunu vurgulamakta. Yani günümüze vurursak vatanseverlik, serbest girişim, serbest piyasa, başarı ve statü gibi “bireyi” öne çıkaran muhafazakar Amerikan değerlerinin ortaya umulanın aksine bir “birey kalıbı” çıkarttığı söylenebilir; aslında iki kitabın ayrıldığı temel nokta da bu kalıbın dışında kalanlara uygulanan yaptırımlar. CYD’de böyle bir “sapmanın” olasılığı memnuniyet aracılığıyla neredeyse sıfıra yaklaştırılsa da Bernard gibi aykırıları yalıtmakla yetinen ve tüm sistemin farkında olan yöneticiler var. 1984’te ise sadakatinden en ufak şüphe duyulan insanların rahatlıkla götürülüp toplumdan tam anlamıyla silindiğini, en iyi ihtimalle de türlü işkenceler sonucunda işlemedikleri suçların itiraf ettirilip yeni ve hizmete hazır bireyler olarak tıpkı bir denek faresi gibi halkın içine geri bırakıldığını görürüz.

Son olarak bu kısımda edebi yönden bir değerlendirme yapmak istiyorum. İkisini de çeviri olarak okuduğum için özellikle üslup ile ilgili bir yargıya varmak istemesem de sanırım Huxley’nin de itiraf ettiği gibi CYD’de olaylar arası kopukluklara, karakterler üstünde bırakılan boşluklara daha sık rastlanırken 1984’ün daha çok soruya, daha yetkin bir tarzda cevap verdiği söylenebilir. Bunun yanında CYD’nin bilimsel ve sosyolojik konularda daha sağlam bir altyapıya sahipken 1984’ün, Biz’in anlattıklarını yeni –ve daha karanlık- bir fırında ısıtıp getirdiğini söylemek biraz iddialı bir yorum olsa da kabul edilebilir diye düşünüyorum.  

SONUÇ

Böyle bir karşılaştırmanın sonunda, tüm yazıda vurgulamaya çalıştığım gibi 1984’te nefretin ve korkunun bizi esir edeceği, tüm gücü elinde tutan bir devletin rahatlıkla totaliterizme kayması olasılığına karşı tek umudun proleterya olduğu anlatılır – ne var ki kitabın acıklı sonunda proleteryanın hiçbir uyanışına rastlanmaz. CYD’deyse  temelde soma olarak simgeleştirilmiş olansevdiğimiz, tutkunu olduğumuz küçük bağımlılıkların bizi düşünemeyecek bir hale getirip zombileştireceği vurgulanmakta. Gelişmemiş ülkelerde hala sansür, dinleme veya tek bir liderin abartılmış hakimiyeti (Hımmm…) görülse de SSCB’nin çökmesi, Çin’in dahi serbest ekonomiyi onaylamasıyla 1984’ün öngörülerinin şimdilik yanlış çıktığına inanıyorum. Biz, silahla ve yüksek bir denetimle susturulmadık; aksine internet gibi tatlı uyuşturucuların, diziler veya oyunlar gibi zararsız tutkuların, “ah, çok yalnızım” Prozac’ın getirdiği sessizlikte kaybolup karanlığa gömüldük. Kendimizi kalıplara sokmaya çalışıp başkalarını mutlu etmeye uğraşırken özgür irademizden vazgeçtik, tatmini “ütopik” refahın ve imkanların dünyasında aradık; öyle olsun. Kaldırdığımız toz ortalıktan çekilip kendi yaratı(ğı)mızla baş başa kaldığımızdaysa göreceğiz; tek yaptığımız tercihlerimizle, yıkımı inşa etmekti…  - Uyuyan Adam

ARA SPOT

Bu iki eserin arasındaki en açık fark Aldous Huxley’nin yönetilenlerin mazoşistliğine yaptığı vurguya karşılık 1984’te yönetenlerin sadistliğinin öne çıkmasıdır.

KUTU
Alıntılarla Distopyalar

"Bilinçleninceye dek başkaldıramayacaklar, başkaldırmazlarsa da hiçbir zaman bilinçlenemeyecekler." (1984)

“Herkes, herkes içindir.” (CYD)

"Mutlu olmanın en garantili yolu bir başkasını mutlu etmektir." (CYD)

"Birey hissederse, topluluk sendeler." (CYD)

“Geçmişi denetleyen geleceği, şimdiyi kontrol eden geçmişi kontrol eder.” (1984)


9 ses çıkmış:

melkor dedi ki...

harika bir yazı. sadece "internet, dizi veya oyun gibi tutkuların" bizi uyuşturduğu noktasında kaldım. mesela bu yazı. zaten internette. belki neyi izlediğin, okuduğun, oynadığın önemlidir bu durumda? ya da belki zaten uyuşmuşumdur o yüzden bunları söylüyorumdur? hmm bir gözden geçireyim en iyisi =).

uyuyan adam dedi ki...

Zaten teknolojiye körü körüne karşı olup savaş açmak akıldışı bir yaklaşım. Bana kalırsa asıl dikkat edilmesi gereken insan ile ürettiği değerler arasındaki ilişkilerin dengesini korumak, yani hakimiyetin kimde olduğu sorunu: )

Teşekkür ederim
uyuyan adam

Pinokyo dedi ki...

Uyuyan Adam'a selamlar!

Güzel bir çalışma olmuş. Distopya'ya giriş anlamında oldukça yararlı. Ütopya/distopya kavramlarının zihinlerde yerli yerine oturması için birer ütopya ile distopya seçip bunları karşılaştırmanızı tercih ederdim gerçi. İkisi arasındaki çizginin belirsiz olduğunu yazmışsınız, bunu birinci elden gösterseydiniz keşke; çünkü zıtlık olarak düşündüğümüz bu iki kavram arasındaki ilişkinin, söylem olarak benzer şeyleri anlatan iki eserin karşılaştırmasından çok daha anlamlı olduğu görüşündeyim.

"Yevgeniy Zamyatin"i yanlış yazmışsınız galiba. Yabancı kaynaklarda "Yevgeny" diye geçer, Türkçede ise "Yevgeni" olarak kullanılıyor bildiğim kadarıyla.

Bülent Somay'ın "Zamyatin'in 'Biz'i biz miyiz?" diye bir sunuşu vardı ki (Zamyatin, Biz, Ayrıntı Yay. s. 5-13), kısa ama müthiş bilgi verici bir distopya karşılaştırmasıydı. Şayet okumadıysanız, tavsiyemdir.

Sırf bilim kurguya böyle değer verdiğiniz için bile teşekkürü hak ediyorsunuz. Mütecessis'in yazısını da başarılı bulmuştum. Ancak eserlerin edebi yönlerine değinileriniz çok sınırlı kalmış. Bir de edebi yönüne ağırlık verseydiniz, yazınız pek hayli uzar, belki rasyonalist havasından kopup öznel düşüncelerinizin sınırlarında dolanmaya başlardı. İtiraf niyetine, kişisel seçimim sonuncudan yana.

-Koca Burun-

uyuyan adam dedi ki...

Aslında zihnimdeki ütopya - distopya farkını en iyi Cesur Yeni Dünya üzerinden anlattığımı umuyordum, ütopyalar konusuna da mütecessis'ten iyi bir şekilde ele alamayacağımı düşündüğümden pek girmedim zaten. Yalnız yorumunuzun "söylem açısından benzer şeyleri anlatan iki eser" kısmına pek katılamıyorum ki tüm yazıyı bu tezimin üstüne kurgulamıştım. Yine de o zıtlığın sınırlarını yıkmak açısından bu tip bir karşılaştırmaya biraz daha değinilebilirmiş gerçekten.

Zamyatin konusunda da haklsınız, aklım başka bir yere kaymış.

Başlığa distopya edebiyatı deyip işin yazın boyutunu tek paragrafa hapsetmek üç esere de biraz haksızlık oldu, ne var ki bilimkurgu ve fantastik türlerin edebi yönü daha en baştan sayısız tartışmalara gebe. İşe hikaye anlatıcılığı açısından bakmak gerek, üslup önemli ki burada devreye çeviri metinlerin karşılaştırmasındaki zorluk giriyor; kurgunun toparlanması, detaylar veya simgesel anlatım... Bütün bunları ele alan detaylı edebiyat kuramları açısından şimdilik haddimi aşan bir karşılaştırma olurdu, sanırım öznel yorumlarıma da bu nedenle kısaca yer vermekle yetindim.

uyuyan adam

Pinokyo dedi ki...

Cesur Yeni Dünya, bir ütopya - distopya karşılaştırması için eşsiz bir ortam mutlaka. CYD'nin Wells'in "Men Like Gods" adlı ütopik eserine bir parodi niyetine yazılmaya başlanmasından konuya girip, CYD'nin Londrasındaki distopya ile ona karşıt ('ütopya'ya en yakın öge) olarak karşımıza çıkan New Mexico'daki "Savage Reservation"ı karşılaştırarak ilerleyebilirdiniz. Oysa bunların hiçbirine değinmemiş, genellemelerle yetinmişsiniz. Eserlerin edebi yönüne biraz daha ağırlık vermenizi istemem de aynı sebepten: yüzeyselin ötesinde daha derin bir okuma yapmanız ümidiyle.

"Söylem açısından benzer şeyleri anlatan iki eser" derken temelde "distopya söylemi"ni kast etmiştim; ancak daha yakından baktığımızda da, sizin aksinize, iki eser arasında farklılıktan çok benzerlik olduğunu düşünüyorum. Biraz açayım. CYD'de baskıcı bir rejim olmadığından, 1984'te ise baskının ön planda oluşundan bahsetmişsiniz. CYD'nin üst katmanında dinlediğimiz öykü yetişkinler arasında geçen bir öykü olduğu için baskı yokmuş gibi gelmesi normal; biraz daha dikkatli incelediğimizde ise yetişkinler üzerinde baskı olmamasının tek sebebinin daha doğum evresinde yapılan, 1984'teki baskının dahi düzeyini geçen ve halkın, 'düzen'in iyiliği için yapılan (bkz. 1984'te her şeyin insanların iyiliği için yapılması!), bireylerden pek çok şeyi alıp götürdüğünü Vahşi John ile öğrendiğimiz o ilk muazzam baskı olduğunu görmek zor değil. İlk başta uygulanan baskıdan dolayı, daha sonra herhangi bir baskı yapılmasına gerek kalmıyor. Aslında saydığınız farkların çoğunu benzerliğe dönüştürecek bir şey var ki, o da insanların 'ütopya'sını CYD'de 'ego' zehirlerken, 1984'de bir lider, bir 'baba' figürünün zehirlemesi; ki baba figürünün temsil ettiği şey 'ego'nun kendisidir zaten. Eserlere biraz da psikanaliz yaparak bakmak gereksiz derseniz, savunumu biraz değiştirmem gerekir elbette. Çıkarsamalarınızda katılmadığım başka noktalar da var; ancak yazdıklarımın yazınızı yetersiz bulmuşum gibi algılanmasından rahatsız olurum. Şu haliyle bile haddimi aşmışım gibi geliyor.

Bilim kurgu ve fantastik türlerin edebi yönü daha en baştan ne gibi sayısız tartışmalara gebe? Konu hakkında bilgim yok gerçekten, öğrenmek amacıyla soruyorum.

-Koca Burun-

uyuyan adam dedi ki...

İlk öneriz gerçekten de insanın önünde yeni olasılıklar açıyor, Savage'ın- aynı zamanda da içsel- yolculuğu üstüne konuşurken çok farklı yorumlanabilir noktalar söz konusu olurdu.

Fakat bahsettiğimiz "baskı" kavramının algılanışındaki öznellik biraz sorun yaratıyor sanırım. Benim kafamı asıl kurcalayan nokta 1984'teki baskının karşı konulabilir, farkında veya rahatsız olunması mümkün bir unsur olmasıydı. CYD'de ise dediğiniz gibi doğumdan itibaren başlayan bir süreç var ve toplumsal normlar doğrultusunda içsel dürtüleri, ayırt edilemeyecek, farkında olunmayacak bir şekilde kontrol etmesi benim aklıma baskıdan çok denetimi ya da dolaylı bir baskıyı getiriyor; belki ikisi de aynı şeyi ifade ediyordur, emin değilim fakat arada bir nüans farkı olmalı.

Peki, sizce tüplerde herhangi bir oynama yapılmasaydı da sadece koşullandırmalarla yetinilerek aynı sonuç, aynı şiddette bir denetim elde edilebilir miydi? (Üslubumdan bir taraf tuttuğum anlaşılmasın, henüz kendi kafamda yaptığım değerlendirmede bir sonuca varmış değilim ve fikrinizi merak ediyorum.)

Psikanaliz konusunda yetersizliğimden olsa gerek, bir baba figüründen bahsederken egonun ortaya çıkması için bu figürün katledilmesinin lazım olduğunu düşünürdüm hep. Yoksa 1984'te bir "ego"nun, benliğin var olduğundan da şüpheliyim; aksine, öldürülemez bir baba var karşımızda. Hatta fikrimi sorarsanız CYD'de de ego yerine "haz almakla yetinen bir üst kimlik, bir sınıftaki dişli" söz konusudur.

Bugüne kadar birkaç kaynakta açık bir söylem olarak olmasa da polisiye, bilim kurgu, korku gibi muhtemelen "fantastik" başlığında değerlendirilen türlerin ikinci sınıf, hatta evlatlık edebiyat muamelesi gördüğüne raslamıştım. Şahsen, bunun birtakım komplekslerden kaynaklandığını düşünsem de bilim kurgunun bilimsiz yapılması her zaman daha çok hoşuma gitmiştir.

Pinokyo dedi ki...

Yukarıda son derece kritik bir yazım yanlışı yapmışım. Nasıl bir dalgınlıksa benimkisi... "Ego" değil, "süper-ego" demem gerekirdi; fikir ayrılığımız da tamamen bu hatamdan kaynaklanıyor anladığım kadarıyla. Özür dilerim. Hemen bu kavramlara kısaca değinip sorunuza geçeceğim.

Freud'un psikanalizde belirttiği ruhsal aygıtın üç yapısı vardır: id, ego ve süper-ego. Bu yapılar, 'baba'nın/süper-ego'nun ego tarafından öldürülmesi örneğinize benzer şekilde (bu durum oedipus kompleksini doğurur, süper-ego'nun varlığı buna engel olur), sürekli bir etkileşim içerisindedirler. Bunların arasında id, CYD Londrasındaki insanların rahatlıkla kişileştirilebileceği en belirgin yapıdır sanırım. Id, haz odaklıdır, acıdan kaçınır; yemek, seks, medya, uyuşturucu gibi yollarla Eros ve Thanatos'u arar. Freud'a göre yeni doğmuş bir çocuğun zihni tamamen id tarafından yönlendirilir. Doğum aşamasında CYD'deki çocuklara yapılan uygulamayı düşünürsek, biraz ileri gidip, oradaki insanların yetişkinliğe eriştiklerinde bile id tarafından yönlendirilen o çocukluk evresinde sıkışıp kalmış olduklarını öne sürebiliriz. Ego ise, id'nin isteklerini gerçekçi bir şekilde yerine getirme çabasındadır. Aslında ego bir köle gibidir. Dış gerçekliği, id'yi ve süper-egoyu aynı anda memnun etmeye çalışır. Bu süreçte süper-egodan çok id'nin isteklerini gözettiği söylenir. Ego'nun süper-ego'yu ("baba"yı) öldürmeden varolamayacağına (köleliğinden kurtulamayacağına diyelim biz) dair bilginizin kaynağı da bu olsa gerek. Süper-ego'ya gelelim. Daha önce (yazım yanlışıyla da olsa) belirttiğim gibi, süper-ego, baba figürünün aynasıdır; çünkü süper-ego bir baba gibi çocuklarını (id ve ego'yu) sıkıca denetim altında tutar, kötü davranışları suçluluk gibi duygular vasıtasıyla cezalandırır. Süper-ego, vicdandır, id'nin bencilliğinin karşısındadır. Toplumsal olarak uygun olanın yapılmasını, bireyin toplumca kabul edilmesini ister.

Peki. CYD'de süper-ego nerede? Id kendini bu kadar belli ederken, onun karşıtı nerede? Burada psikanaliz açısından da çok ilginç bir şey görüyoruz (belki de Huxley'in dehası demeliyiz): süper-ego'nun ("görünmez ses" olarak nitelendirdiğiniz şeyin) egemenliğini güçlendirmek için id'i bir araç olarak kullanması. CYD Londrasında id'nin göstergeleri olan seks ve uyuşturucuya kendini yeterince kaptırmamak bir suç, bir 'sosyal günah' olarak görülüyor (bkz. D.H.C.'nin Bernard'ı bu 'suç'larından dolayı sürgünle tehdit etmesi. Bernard'ın -bir ruhbilimcinin!- CYD'nin haz dünyasından zevk alamayan sistemin yegane karakteri olarak karşımıza çıkması da dikkat çekici.). John, annesi öldükten sonra hastanedeki Deltaların soma stoğunu pencereden atınca yetkililer tarafından tutuklanıyor. "Görünmez ses"in neredeyse kelimelerin üzerinden taşan varlığı, "süper-ego"luğu daha ne kadar açık olabilir? Toplumsal olarak uygun olan, vicdanın savunduğu zaten id'liğin kendisiyken, süper-ego ile id arasında bir çatışma aramaya da lüzum kalmıyor.

1984'te öldürülemez bir baba figürü var karşımızda, haklısınız. Tabiri caizce, Orwell, CYD'daki süper-ego'yu almış, okuyucunun gözüne sokmuş, bunu yaparken de yakın tarihten tanıdığımız figürlere atıflarda bulunmuş. Ne güzel, iyi de yapmış. CYD ile arasında bir fark varsa, bireylerin id'den çok ego'yu temsil etmesidir sanırım; ama hatırlayalım, ego id'nin gelişmiş hali yalnızca ve alttan alta id'e hizmet etmeye devam ediyor. Arada olmasını dilediğiniz nüans farkı id-ego farkında ve süper-ego'nun cisimleşmesinde bulunabilir. "Söylem olarak benzer şeyleri anlatan iki eser" derken ne demek istediğimi biraz açabilmişimdir umarım.

Pinokyo dedi ki...

(Not: Blogger uzun yorumları kabul etmediği için mesajımı bölmek zorunda kaldım.)

Sorunuza gelirsem. Bence, herhangi bir genetik müdahale yapılmaksızın salt koşullandırmayla aynı sonuç, aynı şiddette bir denetim elde edilemezdi; en azından bugünkü bilimsel bulgular ışığında görüşüm bu. Katilliğin, dehanın, çeşitli hastalıkların genleri bulunuyor artık. Bunlar mutlaka kişiliğimizi etkiliyordur. Salt koşullandırma, genetik yapısı rastlantı eseri uygun olan bazı kişilerde işe yarayabilirdi. Fakat tek başına koşullandırılabilir olma durumu da çok önemli. Günümüzde hipnoz bazı kişilerde işe yaramıyor örneğin.

Eski kaynaklarda benzer bir yaklaşımı ben de sezinlemiştim; ancak gerek TBD'nin gerekse TFB gibi diğer toplulukların düzenlediği yarışmaları göz önüne alarak günümüzde durumun aynen devam etmediği sanısındaydım. Üzüldüm doğrusu. Bilimsiz yapılan bilim kurgulara örnek verebilir misiniz; daha doğrusu en başta hangilerini, ne yönden beğeniyorsunuz?

-Koca Burun-

uyuyan adam dedi ki...

Süper ego hakkındaki her şey kafamda şimdi oturdu, hatta söylediklerinizin üzerine şu anda ekleyecek hiçbir şeyim yok: )

Ben de en azından yönelttiğiniz soruyu yanıtlamaya çalışayım. Ursula Le Guin'in tarzı hem bilim kurgu, hem de fantastik olarak her zaman düşlerimi okşar; masalsılığını çok yakın bir gerçekçiliğe kurmasının, bunda büyük payı var benim için. Bunun dışında anlatmak istediğim şeyi güzel vurgulayan bir örnek de sanırım Unutulmuş Diyarlar gibi uzatılmış serilerde sayfalarca anlatılan dövüş sahnelerinin yerine Robert Jordan'ın, Zaman Çarkı'nda yer verdiği çağrışımlara açık hamleleridir. Okumayalı uzun zaman oldu, fakat kılıç darbesini "Kelebeğin Ay Işığıyla Dansı" gibi anlattığınızda okuyucuya kendince dolduracağı boşluk bırakarak fanteziyi öne çıkararak hayal gücünü, öznel imgelemi canlandırdığınızı düşünüyorum. Bilimsiz bilim kurgu derken biraz da bunu kast ediyordum.

 

Term Life Insurance Quote